CEHRİ ZİKRİ VE KADİRİ TARİKATINI İNKAR EDENLERE
AA

Sosyal medyada ve bâzı kimseler tarafından da; ″Diğer tarikatlar kapanacak sadece nakşi tarikatı kalacak, cehrî zikir yok, hâfi zikir var, Mehdi, Nakşi tarikatından gelecek″ gibi âyete ve hadise aykırı sözler dolaşmaktadır.

Bu tarz ifadeler kesinlikle İslâm’ın birliğine, ruhuna aykırı tutum ve düşüncelerdir. Bu tarz ayrıştırıcı söz ve düşüncelerin tarikat ehli kimseler tarafından dillendirilmesi ise çok üzücüdür. Tarikatların gayesi, dinimizi âyete ve sünnete uygun şekilde yaşayıp tüm insanlara da bunu anlatmak ve yaymak olmalıdır. Dolayısıyla bu gaye ile hareket eden ne kadar çok tarikat olursa o kadar iyidir. Nitekim İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri’nde 18. yüzyılın sonlarından tekkelerin kapatılmasına kadar uzanan dönemde (1784-1925) şehrin bütününde ve yakın çevresinde tekkelerin (dergahların) sayısının 250-300 arasında olduğu bildirilmektedir. İşte bu, bir Müslümanın sevinmesi, hattâ gurur duyması gereken bir durumdur. Bu bir hak davasıdır. Hiçbir geçerli delile dayanmadan, ″Sadece biz doğruyuz, diğerleri yanlış yoldalar″ demek mânâsına gelen ayrıştırıcı yorum ve sözler hatâlıdır ve Allah katında büyük bir vebâli vardır.

Bir Müslüman, dîni bir mesele hakkında hüküm vereceği zaman edille-i şer’iyye üzere hareket etmesi gerekir. Bu da âyet, hadis, icmâ ve kıyastır. Bir hususta açık Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif varken, bunlara aykırı şekilde bir kimse kendi görüşüne göre yorum yaparak fikir beyan edemez. Kişi konuştuğu her sözden sorumludur. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Kâf, Âyet 18’de şöyle buyurmaktadır:

″İnsanın ağzından hiçbir söz çıkmaz ki, onun yanında yaptıklarını gözetleyen ve yazmaya hazır bir melek bulunmasın.″

Buhârî ve Müslim’in Sahih adlı eserlerinde Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

إِنَّ الْعَبْدَ لَيَتَكَلَّمُ بِالْكَلِمَةِ مِنْ رِضْوَانِ اللّٰهِ لَا يُلْقِي لَهَا بَالًا يَرْفَعُهُ اللّٰهُ بِهَا دَرَجَاتٍ وَإِنَّ الْعَبْدَ لَيَتَكَلَّمُ بِالْكَلِمَةِ مِنْ سَخَطِ اللّٰهِ لَا يُلْقِي لَهَا بَالًا يَهْوِي بِهَا فِي جَهَنَّمَ (خ م عن ايى هريرة)

″Şüphesiz ki kul, Allah’ın râzı olacağı bir sözü söyler, onun nasıl bir söz olduğunun farkında değildir. Fakat Allah’u Teâlâ, o sözle onun derecesini yükseltir. Yi­ne kul, Allah’ı gazaplandıracak bir söz söyler, onun da ne olduğunun farkında de­ğildir. Allah’u Teâlâ, o sözle de onu Cehenneme sürükler.″[1]

Yukarıdaki sözleri söyleyenler, Hz. Ebû Bekir Efendimize nispet edilen bir hâdise üzerinden yanlış yorumlayarak güya Nakşi tarikatnı öveceğim diye Kadiri tarikatını yok sayma gayreti içine girmişlerdir. Hz. Ebû Bekir Efendimiz hakkında nekledilen bu Hadis-i Şerif şöyledir:

خَرَجَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي مَرَضِهِ الَّذِي مَاتَ فِيهِ عَاصِبًا رَأْسَهُ فِي خِرْقَةٍ فَقَعَدَ عَلَى الْمِنْبَرِ، فَحَمِدَ اللَّهِ وَأَثْنَى عَلَيْهِ ثُمَّ قَالَ إِنَّهُ لَيْسَ أَحَدٌ أَمَنَّ عَلَيَّ فِي نَفْسِهِ وَمَالِهِ مِنْ أَبِي بَكْرِ بْنِ أَبِي قُحَافَةَ، وَلَوْ كُنْتُ مُتَّخِذًا مِنَ النَّاسِ خَلِيلًا لاتَّخَذْتُ أَبَا بَكْرٍ خَلِيلًا وَلَكِنْ خُلَّةُ الْإِسْلَامِ أَفْضَلُ ‌سُدُّوا عَنِّي كُلَّ خَوْخَةٍ فِي هَذَا الْمَسْجِدِ غَيْرَ خَوْخَةِ أَبِي بَكْر (خ عن ابن عباس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem vefatı ile neticelenen hastalığı sırasında başını bir bez ile bağlamış olduğu halde mescide çıktı ve minber üzerine oturdu, Allah’a hamd ve sena etti ve sonra şöyle buyurdu: ″İnsanlar içinde nefsi ve malı îtibâriyle benim üzerimde Ebû Bekir b. Ebî Kuhâfe’den ziyâde iyilik ve ihsânı olan hiç kimse yoktur. İnsanlardan bir dost edinecek olaydım, muhakkak Ebû Bekir’i kendime dost edinirdim. Lâkin İslâm yüzünden olan hullet(derin dostluk)daha faziletlidir. Ebû Bekir’in küçük penceresi hâriç mescide açılan küçük pencerelerin hepsini benim tarafımdan kapatın.″[2]

Bunlar, bu Hadis-i Şerif’in metninde geçen ″(خَوْخَة) havhatü″ kelimesine bilerek veya bilmeyerek kapı diye yanlış bir mânâ vermiştir. Hz. Ali Efendimiz ile ilgili olan Hadis-i Şerif’lerde ″Ali’nin kapısı hariç mescide açılan bütün kapıları kapatın″ hadisiyle çelişki oluşturacak şekilde bir mânâ verilmiştir. Yakın tarihlerde yazılmış olan Arapça sözlüklerde; bu havhatü kelimesine ″Küçük kapı, dam penceresi gibi mânâlar verildiği görülmektedir. Ancak bu kelime, bin yıl önce yazılmış olup en muteber sözlüklerden biri olan Ebû Nasr İsmâîl b. Hammâd el-Cevherî‘nin (ö. 400/1009) ″Tâcü’l-Luga es-Sıhah″ adlı eserinde:

خوخ: الخَوْخَةُ: واحدة الخَوْخِ، وَالْخَوْخَةُ أَيْضًا: كَوَّةٌ فِى الجدار تؤدى الضوءَ. والالخُوَيْخِيَةُ: الداهية

el-Havhatü: ″Işığın içeri girmesini sağlayan küçük penceredir″[3] diye mânâ verilmiştir. Bu eser, Vankulu Mehmed Efendi tarafından Osmanlıcaya çevrilmiş olup, ″Vankulu sözlüğü″ diye meşhurdur. Bu eserde de el-Havhatü kelimesi: ″Şol duvarda olan deliğe derler ki aydınlık girmek için ederler″ diye tercüme edilmiştir.″ Dolayısıyla burada geçen ifade onların dediği gibi kapı değil küçük penceredir. Bu Hadis-i Şerif’ten yola çıkarak, ″Mescide açılan kapılardan sadece Hz. Ebû Bekir’in kapısının açık kaldı″ diyerek yanlış mânâ verip bunu da yorumlayarak Nakşi tarikatının dışındaki tarikatların yanlışa, delâlete düştüğünü söyleyip, sadece Nakşi tarikatının geçerli olduğunu iddia etmektedirler. Ashabdan birini öveceğim derken, diğerini yermek hiç kimsenin haddine değildir. Hele ki bu kişilerden biri Hz. Ebû Bekir Efendimiz, diğeri Hz. Ali Efendimiz ise durum çok daha vahimdir. Üstelik Hz. Ali’nin kapısı hâriç mescide açılan kapıların kapatılması hâdisesi ise daha önce gerçekleşmiş bir hâdise olup bu hususta nakledilen çok sayıda Hadis-i Şerif vardır. Bu Hadis-i Şerifler ise şöyledir:

İmam Ahmed b. Hanbel’in Müsned, Nesâî’nin Sünen’ül-Kübrâ, Hâkim’in Müstedrek, Tahavî’nin Müşkül’ül-Âsar adlı eserlerinde Zeyd b. Erkam Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

كَانَ لِنَفَرٍ مِنْ أَصْحَابِ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَبْوَابٌ شَارِعَةٌ فِي الْمَسْجِدِ. قَالَ: فَقَالَ يَوْمًا: سُدُّوا هَذِهِ الْأَبْوَابَ، ‌إِلَّا ‌بَابَ ‌عَلِيٍّ قَالَ: فَتَكَلَّمَ فِي ذَلِكَ النَّاسُ قَالَ: فَقَامَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، فَحَمِدَ اللَّهَ تَعَالَى، وَأَثْنَى عَلَيْهِ، ثُمَّ قَالَ: أَمَّا بَعْدُ، فَإِنِّي أَمَرْتُ بِسَدِّ هَذِهِ الْأَبْوَابِ، ‌إِلَّا ‌بَابَ ‌عَلِيٍّ وَقَالَ فِيهِ قَائِلُكُمْ، وَإِنِّي وَاللَّهِ مَا سَدَدْتُ شَيْئًا وَلَا فَتَحْتُهُ، وَلَكِنِّي أُمِرْتُ بِشَيْءٍ فَاتَّبَعْتُهُ (حم السنن الكبرى ك طحاوى عن زيد بن أرقم)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashabından bâzı kimselerin mescide açılan kapıları vardı. Bir gün Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Ali’nin kapısı hâriç mescide açılan bütün kapıları kapatın buyurdu. İnsanlar bu konuda ileri geri konuşmaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem hutbe okumak için ayağa kalktı. Allah’u Teâlâ’ya hamdu senâ da bulunduktan sonra şöyle buyurdu: Ben Ali’nin kapısı dışında bütün bu kapıların kapatılmasını emrettim. Sizden birileri de ileri geri konuştu. Allah’a yemin ederim ki, bu kapıları ne ben kendiliğimden kapattım ne de Ali’nin kapısını kendiliğimden açtım. Bana sadece diğer kapıların kapatılması emredildi. Ben de bu emre uydum.[4]

İmam Ahmed b. Hanbel’in Müsned adlı eserinde Abdullah İbn’ur-Rakîm Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

خَرَجْنَا إِلَى الْمَدِينَةِ زَمَنَ الْجَمَلِ فَلَقِيَنَا سَعْدُ بْنُ مَالِكٍ بِهَا فَقَالَ أَمَرَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِسَدِّ الْأَبْوَابِ الشَّارِعَةِ فِي الْمَسْجِدِ وَتَرْكِ بَابِ عَلِيٍّ (حم عن عبد اللَّه بن الرقيم الكناني)

Cemel savaşında Medine’ye doğru yola çıktık. Yolda Sa’d İbn-i Mâlik ile karşılaştık. O şöyle dedi: ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, mescide açılan bütün kapıların kapatılmasını emretti. Ali’nin kapısını ise açık bıraktı.″[5]

İmam Tirmizî’nin Sünen, Taberânî’nin Mu’cem’ul-Kebir, Tahavî’nin Müşkül’ül-Âsar adlı eserlerinde İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan, Nesâî’nin Sünen’ül-Kübra adlı eserinde de Ebû Süleyman Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَمَرَ بِسَدِّ الْأَبْوَابِ إِلَّا بَابَ عَلِيٍّ (ت طب طحاوى عن ابن عباس السنن الكبرى عن أبى سليمان)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ali’nin kapısı hâriç mescide açılan bütün kapıların kapatılmasını emretti.″[6]

Taberânî’nin Mu’cem’ul-Evsat, adlı eserinde Musab b. Sa’d, babasından şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَمَرَ بِسَدِّ الْأَبْوَابِ إِلَّا بَابَ عَلِيٍّ قَالُوا: يَا رَسُولَ اللَّهِ، سَدَدْتَ الْأَبْوَابَ كُلَّهَا إِلَّا بَابَ عَلِيٍّ قَالَ: مَا أَنَا سَدَدْتُ أَبْوَابَكُمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ سَدَّهَا (طس عن مصعب بن سعد عن أبيه)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ali’nin kapısı hâriç mescide açılan bütün kapıların kapatılmasını emretti. Sahabe; ″Yâ Resûlallah, Ali’nin kapısı hâriç bütün kapıları kapattın″ deyince, şöyle buyurdu: ″Kapıları ben kendiliğimden kapatmadım. Onları Allah’u Teâlâ kapattı.″[7]

Tahavî’nin Müşkül’ül-Âsar adlı eserlerinde Sa’d Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أنَّ العبَّاسَ أتَى النَّبِيَّ صلَّى اللهُ عليه وسلَّمَ فَقَالَ: سَدَدْتَ أبْوابَنا إلَّا بابَ عليٍّ، فَقَالَ: مَا أنَا فَتَحْتُهَا، وَمَا أنَا سَدَدْتُها (طحارى مشكل الآثار عن سعد)

Abbas Radiyallâhu anhu Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve dedi ki: ″Ali’nin kapısı hâriç bizim kapılarımızı kapattın.″ Ona şöyle buyurdu: ″Açan da kapatan da ben değilim (Allah emretti)[8]

Yine Hz. Ali Efendimizin bir üstün yönüyle ilgili Tirmizî’nin Sünen’inde Sa’d Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لِعَلِيٍّ يَا عَلِيُّ لَا يَحِلُّ لِأَحَدٍ أَنْ يُجْنِبَ فِي هَذَا الْمَسْجِدِ غَيْرِي وَغَيْرِكَ (ت عن أبى سعد)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Ali’ye:″Yâ Ali! Bu mescidde senden ve benden başkasının cünüp olarak bulunması câiz değildir″buyurdu.[9]

Şâfii âlimlerinden olan İbn-i Hacer, Buhârî şerhi olan Feth’ul-Bâri adlı eserinde, yukarıda geçen Hz. Ebû Bekir Efendimiz ile ilgili olan hadisin de Hz. Ali Efendimiz ile ilgili olan hadislerin de sahih olup râvilerinin sağlam[10] olduğunu söyleyerek şöyle izah etmiştir:

Bu hadisler birlikte düşünüldüğünde, kapatılma emrinin iki defa gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Birinci de; Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Hz. Ali Efendimizin ki hâriç mescide açılan bütün kapıların kapatılmasını emretmiştir. İkinci de ise; Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Hz. Ebû Bekir Efendimizin ki hâriç mescide açılan küçük pencerelerin kapatılmasını emretmiştir. Hz. Ali Efendimizle ilgili olan hadis metnindeki kapı ifadesi ″(باب) bâb″ diye geçmekte; bu da ″Kapı″ anlamına gelmektedir. Hz. Ebû Bekir Efendimiz ile ilgili olan hadis metnindeki ifade ise, ″(خَوْخَة) havhatü″ diye geçmekte; bu ifade yukarıda geçtiği üzere muteber sözlüklerden bakıldığı zaman, ″Küçük pencere″ anlamına gelmektedir. Birinci de Ashaba Hz. Ali’nin kapısı hâriç mescide açılan kapıların kapatılması emredilmiş, onlar da kapatmış ve kapattıkları yerler ise ″havhalara (küçük pencerelere)″ dönüştürülmüş, sonra bu küçük pencerelerin de Hz. Ebû Bekir’in ki hâriç diğerlerinin kapatılması emredilmiştir. Böyle olunca Hz. Ali Efendimizin kapısı zaten hiç kapatılmamıştır. İşte bu hadislerin mânâsı doğru olarak anlaşıldığında hadisler hiçbir şekilde birbiriyle çelişmemektedir. Hanefi âlimlerinden olan Ebû Cafer et-Tahavî de ″Müşkil’ül-Âsar″ adlı eserinde bu şekilde hadisleri birleştirmiştir.[11] İşte böylece Ehl-i Sünnet âlimleri bu hadislerin sahih olduğu hususunda fikir birliğine varmışlardır.

Hz. Ebû Bekir Efendimiz de, Hz. Ali Efendimiz de bizim başımızın tacıdır. Yeterki bu yol üzere olan tarikatlar hakikat üzere olsun. O hakikat üzere olanların birbirlerine muhabbeti ve sevgisi olması gerekir. Meselâ: Abdulkâdir Geylânî Hazretleri Hanefi mezhebinde iken Hanbeli mezhebinin zayıflayıp yok olma derecesine geldiğini görünce, hak olan bu mezhep yok olmasın, kıyamete kadar devam etsin düşüncesiyle kendisi Hanbeli mezhebine geçmiş ve yanında bulunan ihvanları da Hanbeli mezhebine geçerek Hanbeli mezhebini tekrar canlandırmışlardır. O mübârek zât, ″Sizin mezhebiniz yok oldu, bâtıl oldu, bizim mezhebimize geçin″ dememiştir. Bir Müslümanın da bu gibi büyük zâtların yaptıklarını örnek alması gerekir. Kendi tarikatını öveceğim diye başka tarikatların aleyhinde konuşarak onları karalamak, itibarsızlaştırmaya çalışmak bir Müslümana yakışmaz. Hak olan tarikatların çoğalması, bir Müslüman için iftihar edilmesi gereken bir durumdur.

Tarikat-ı Âliye, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bazı Ashablarına gösterdiği yoldur. Hakk Teâlâ’nın yoludur. İki usuldür: Biri gizlidir. Biri âşikardır. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, gizli olanı Ebû Bekir Sıdık Radiyallâhu anhu Efendimize şöyle vermiştir, demiştir ki: ″Yâ Ebû Bekir! dilini tut kalbini kalbime rabt et (bağla Kalbinden Allah Allah Allah demeye devam et ki, esrar-ı ilahileri, nur’u ilahi, ism-i azamı sana Allah’u Teâlâ ta’lim ile bildirsin.″ Hazreti Sıddik-i Azam Efendimiz cezbeyi aldı. Mübarek o kadar devam ederdi ki lafza-i celalin ateşinden mübarek ciğerinin piştiği, kokusu âşikar olurdu. Bazen Allah Allah Allah derken ayakta dönerdi. Mübarek ayakları yerden kesilirdi. Cezbe-i ilahiyyeden hem zahiren hem de batınan yanmıştı.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, İmam Ali Kerremallâhu veche’ye de cehrî (âşikar) zikri şöyle telkin etmiştir:

غَمِّضْ عَيْنَيْكَ وَاسْمَعْ مِنِّي ثَلاَثَ مَرَّاتٍ ثُمَّ قُلْ اَنْتَ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ وَاَنَا اَسْمَعُ فَقَالَ النَّبِىُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَا اِلَهَ اِلَّا اللّٰهُ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ مُغَمِّضًا عَيْنَيْهِ رَافِعًا صَوْتَهُ عَلِيٌّ يَسْمَعُ ثُمَّ قَالَ عَلِيُّ لَا اِلَهَ اِلَا اللّٰهُ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ مُغَمِّضًا عَيْنَيْهِ رَافِعًا صَوْتَهُ وَالنَّبِىُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَسْمَعُ.

″Yâ Ali! Gözlerini kapa. Ben üç defa ″Lâ ilâhe illallâh″ derim, sen beni dinle. Sonra sen üç kere söyle, ben dinleyeyim″ dedi. Sonra Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, gözlerini kapayıp mübârek sesini yükselterek üç kere ″Lâ ilâhe illallâh″ dedi, Hz. Ali de dinledi. Sonra Hz. Ali gözlerini kapayıp sesini yükselterek üç kere ″Lâ ilâhe illallâh″ dedi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de dinledi.″[12]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Hz. Ali Efendimize öğretmiş olduğu bu zikir şekli ve usûlü, Hz. Ali Efendimizle başlayan ve elden ele inâbe yoluyla devam eden tarikat yoludur ve cehrîdir. Bu sebeple Kâdiri Târikatı’nın başlangıcı Hz. Ali Efendimizdir. Aynı şekilde Hz. Ali Efendimize öğrettiği gibi, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Ebû Bekir Efendimize de hâfi (gizli) zikir şeklini ve usulünü öğretmiştir. Bu da Hz. Ebû Bekir Efendimizle başlayan ve elden ele inâbe yoluyla devam eden tarikat yoludur ve hâfidir. Bu sebeple Nakşi Tarikatı’nın başlangıcı da Hz. Ebû Bekir Efendimizdir. Böyle olunca cehri zikirde, hafî zikirde haktır ve ikisi hakkında da âyet ve hadisler vardır. Bunlardan birini inkar, aslında hepsini inkar etmek demektir. Çünkü hepsinin kaynağı birdir. Bu iki yol da haktır ve kıyâmete kadar da devam edecektir. Mühim olan o yolda giden şeyhin kâmil olup, doğru olmasıdır.

Yine bunlar bâtıl sözleriyle cehrî zikri inkar etmektedirler. Gizli zikir de âşikar zikir de haktır. Bunlar ile ilgili Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerifler şöyledir:

Hâfi (gizli) zikir ile ilgili Sûre-i A’raf, Âyet 205’te Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

″Ve Rabbini, sabah akşam yalvararak ve korkarak ve yüksek olmayan bir sesle içinden zikret, gâfillerden olma!″

Buhârî’nin Sahih’inde Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de, Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

أَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي وَأَنَا مَعَهُ إِذَا ذَكَرَنِي فَإِنْ ذَكَرَنِي فِي نَفْسِهِ ذَكَرْتُهُ فِي نَفْسِي وَإِنْ ذَكَرَنِي فِي مَلَإٍ ذَكَرْتُهُ فِي مَلَإٍ خَيْرٍ مِنْهُمْ وَإِنْ تَقَرَّبَ إِلَيَّ بِشِبْرٍ تَقَرَّبْتُ إِلَيْهِ ذِرَاعًا وَإِنْ تَقَرَّبَ إِلَيَّ ذِرَاعًا تَقَرَّبْتُ إِلَيْهِ بَاعًا وَإِنْ أَتَانِي يَمْشِي أَتَيْتُهُ هَرْوَلَةً (خ عن ابى هريرة)

″Ben, kulumun zannındayım. Kulum Beni zikrederken Ben muhakkak onunla beraber bulunurum. Eğer o Beni kendi nefsinde gizli olarak zikrederse, Ben de onu öyle zikrederim. Eğer o Beni bir cemaat içinde âşikâr olarak zikrederse, Ben de onu o cemaatten daha hayırlı bir cemaat içinde zikrederim. Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak varırım.″[13]

İmam Taberî’nin Câmi’ul-Beyan adlı eserinde nakledildiğine göre, İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ da şöyle buyurmuştur:

لَا يَفْرِضُ اللّٰهُ عَلَى عِبَادِهِ فَرِيضَةً إِلَّا جَعَلَ لَهَا حَدًّا مَعْلُومًا ثُمَّ عَذَرَ أَهْلَهَا فِي حَالِ عُذْرٍ غَيْرَ الذِّكْرِ فَإِنَّ اللّٰهَ لَمْ يَجْعَلْ لَهُ حَدًّا يَنْتَهِي إِلَيْهِ، وَلَمْ يَعْذُرْ أَحَدًا فِي تَرْكِهِ إِلَّا مَغْلُوبًا عَلَى عَقْلِهِ فَقَالَ (فَاذْكُرُوا اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ) بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَفِي السَّفَرِ وَالْحَضَرِ وَالْغِنَى وَالْفَقْرِ وَالسُّقْمِ وَالصِّحَّةِ وَالسِّرِّ وَالْعَلَانِيَةِ ، وَعَلَى كُلِّ حَالٍ وَقَالَ: (وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلا) فَإِذَا فَعَلْتُمْ ذَلِكَ صَلَّى عَلَيْكُمْ هُوَ وَمَلَائِكَته قَالَ اللّٰه عَزَّ وَجَلَّ: (هُوَ الَّذِي يُصَلِّي عَلَيْكُمْ وَمَلَائِكَتُهُ). (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن ابن عباس(

″Allah’u Teâlâ kullarına farz kıldığı her ibâde­te belli bir sınır koymuştur. Kulların özürlerine göre de onları bu ibâdetlerden muaf kılmıştır. Ancak zikrullahı bunların dışında tutmuştur. Zîrâ zikrullaha bir sınır koymamış ve zikrullah hususunda delilerden baş­ka hiçbir kimsenin özrünü kabul etmemiştir. Allah’u Teâlâ kulların; ayakta iken, otururken, yatarken,[14] gece ve gündüz, karada ve denizde, yolcu iken, mukim iken kendisini zikretmelerini istemiş; zengin olanın, fakir olanın, hasta olanın, sağlıklı olanın da, hâfî (gizli) veya cehrî (açıktan) zikrullah etmesini emretmiştir…″[15]

Cehrî (âşikar) zikir hakkında da Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 200’de şöyle buyurmaktadır:

″Sonra hacca ait ibâdetlerinizi bitirdiğiniz zaman, babalarınızı zikrettiğiniz gibi Allah’u Teâlâ’yı zikredin, hattâ daha şiddetli zikredin…″

Buhârî ve Müslim Sahih adlı eserlerinde İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ ابْنَ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا أَخْبَرَهُ أَنَّ رَفْعَ الصَّوْتِ بِالذِّكْرِ حِينَ يَنْصَرِفُ النَّاسُ مِنْ الْمَكْتُوبَةِ كَانَ عَلَى عَهْدِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ كُنْتُ أَعْلَمُ إِذَا انْصَرَفُوا بِذَلِكَ إِذَا سَمِعْتُهُ. (خ م عن ابن عباس)

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ haber verdi ki: ″Halkın farz namazdan çıkınca yüksek sesle zikretmesi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanında var idi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki: ″Ben bu sesi işitir işitmez, zikir seslerinin yükselmesi ile namazdan çıktıklarını anlardım.″[16]

Ebû Dâvud’un Sünen, Beyhakî’nin Şuab’ul-Îman, Hâkim’in, Müstedrek adlı eserlerinde Câbir Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:

أَنَّ رَجُلًا كَانَ يَرْفَعُ صَوْتَهُ بِالذِّكْرِ فَقَالَ رَجُلٌ لَوْ أَنَّ هَذَا خَفَضَ مِنْ صَوْتِهِ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَآلِهِ وَسَلَّمَ: فَإِنَّهُ أَوَّاهٌ قَالَ: فَمَاتَ فَرَأَى رَجُلٌ نَارًا فِي قَبْرِهِ فَأَتَاهُ فَإِذَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَآلِهِ وَسَلَّمَ فِيهِ وَهُوَ يَقُولُ: هَلُمُّوا إِلَى صَاحِبِكُمْ. فَإِذَا هُوَ الرَّجُلُ الَّذِي كَانَ يَرْفَعُ صَوْتَهُ بِالذِّكْرِ (د هب ك عن جابر)

Bir adam sesini yükselterek Allah’ı zikrederdi. Bunun üzerine adamın biri: ″Bu adam sesini alçaltsa ya!″ deyince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″O evvâhtır (zikrullahı çok yapan biridir).″ Ravî dedi ki: Bu adam öldü. Baktık ki, kabrinde bir nûr var. Gittik ki, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem orada ve ″Arkadaşınızı bana verin (de onu kabre koyayım) diyordu. İşte (kabre konulan) o adam, sesini yükselterek Allah’ı zikretmesiyle tanınan o zattı.[17]

Yine Taberânî’nin, Mu’cem’ul-Kebir, Beyhakî’nin, Şuab’ul-Îman adlı eserlerinde İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اُذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَثِيرًا حَتَّى يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ لَكُمْ تُرَائُونَ (طب هب عن ابن عباس)

Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin; hattâ o derece olsun ki münâfıklar, ″Siz gösteriş yapıyorsunuz″ desinler.[18]

İbn-i Âsâkir’de ve Hilye adlı eserde nakledildiğine göre, Hz. Ali Kerremallâhu veche de Ashâb-ı Kirâm’ı vasıflandırırken şöyle buyurmuştur:

كَانُوا إِذَا ذَكَرُوا اللّٰهَ مَادُوا كَمَا تَمِيدُ الشَّجَرَةُ فِي الْيَوْمِ الشَّدِيدِ الرِّيحِ وَجَرَتْ دُمُوعُهُمْ عَلَى ثِيَابِهِمْ (العسكري في المواعظ كر حل عن على(

″Ashab, Allah’u Teâlâ’yı zikrederken, rüzgârın şiddetli olduğu bir günde sallanan ağaç gibi sallanırlardı. Gözlerinin yaşları da elbiselerinin üzerine akardı.″[19]

Bunlar yine; ″Mehdi, Nakşi tarikatından gelecek″ diye söylerler. Halbuki Mehdi hakkındaki hadislerde, ancak onun ne zaman ve nerden geleceğine dair alâmetler bildirilmiştir. Şu tarikatten, şu cemaatten gibi bir ayrıntı bilgi verilmemiştir. Bu Hadis-i Şerifler de şöyledir:

İbn-i Mâce, Sünen’inde, Ahmed b. Hanbel’in Müsned adlı eserlerinde Hz. Ali Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

الْمَهْدِيُّ مِنَّا أَهْلَ الْبَيْتِ يُصْلِحُهُ اللّٰهُ فِي لَيْلَةٍ (ه حم عن على)

″Mehdi bizden, Ehl-i Beytten olacak. Allah onu bir gecede ıslah edecek (feyiz ve hikmet­lerle donatacak).″[20]

Ebû Dâvud’un Sünen adlı eserinde Ümmü Seleme Radiyallâhu anhâ’dan nakledildiğine göre Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

الْمَهْدِيُّ مِنْ عِتْرَتِي مِنْ وَلَدِ فَاطِمَةَ (د ه ك طب عن أم سلمة)

″Mehdi, benim ehl-i beytimden ve Fâtıma evladındandır.″[21]

Naim b. Hammad’ın Ebû Said ve Câbir Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

سَتَكُونُ بَعْدِي فِتَنٌ مِنْهَا فِتْنَةُ الْاِخْلَاسِ يَكُونُ حَرْبٌ وَهَرَبٌ ثُمَّ بَعْدَهَا فِتَنٌ أَشَدُّ مِنْهَا ثُمَّ تَكُونُ فِتْنَةٌ كُلَّمَا قِيلَ انْقَطَعَتْ، تَمَادَّتْ حَتَّى لَا يَبْقَى بَيْتٌ إِلَّا دَخَلَتْهُ وَلَا مُسْلِمٌ إِلَّا نَلَتْهُ حَتَّى يَخْرُجُ رَجُلٌ مِنْ عِتْرَتِي (نعيم بن حماد عن أبي سعيد عن جابر)

″Benden sonra fitneler olur. Birisi de Ahlas fitnesidir. O fitne zamanında harp ve kaçış olur. Sonra daha şiddetli bir fitne olur. Ha bitti denir, daha da devam eder. O derece ki, fitnenin kendisine dokunmadığı ev ve Müslüman kalmaz. Bu hâl, Ehl-i Beytimden bir Müslüman (Mehdi) çıkıncaya kadar devam eder.″[22]

Ahmed b. Hanbel’in Müsned, Hâkim’in Müstedrek adlı eserlerinde Mesur Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

فَاطِمَةُ مُضْغَةٌ مِنِّي يَقْبِضُنِي مَا قَبَضَهَا وَيَبْسُطُنِي مَا بَسَطَهَا وَإِنَّ الْأَنْسَابَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ تَنْقَطِعُ غَيْرَ نَسَبِي وَسَبَبِي وَصِهْرِي (حم ك عن المسور)

″Fâtıma benden bir parçadır. Onu üzen beni de üzer, onu sevindiren beni de sevindirir. Benim nesebim, sebebim ve sıhrim (evlenme yoluyla olan akrabalığım) dışında kıyâmette şüphesiz nesepler kesilecektir.″[23]

Hilye, Darekutnî’nin Sünen, Hâkim’in Müstedrek, Taberânî’nin Mu’cem’ul-Kebir ve daha başka Hadis kitaplarında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كُلُّ سَبَبٍ وَ نَسَبٍ يَنْقَطِعُ اِلَّا سَبَبِى وَ نَسَبِى يَوْمَ الْقِيَامَةِ (حل قط ك ق ض طب عن ابن عباس)

″Her sebep ve nesep kesilir. Ancak benim sebebim ve nesebim, kıyâmette kesilmez.″[24]

Resûlullah Sallalâhu aleyhi ve sellem bu Hadis-i Şeriflerinde Mehdi’nin kendi Ehl-i Beytinden geleceğini söylemektedir. Kendisinin nesebi de Fatıma annemiz ile Hz. Ali Efendimizden olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efen

.