CUMA NAMAZININ KILINMA ŞEKLİ

Cuma Namazının Kılınma Şekli

Ehl-i Sünnet ulemasına göre; Cumanın sıhhat (geçerli olma) şartları yerine gelmediğinde, Cuma namazı şöyle kılınır: Ezandan sonra ″Cumanın ilk sünnetine″ diye niyet edilerek dört rek’at kılınır. Bundan sonra iki rek’at farz namaz hükmünde olan ″Hutbe″, sessizce dinlenir. Hutbeden sonra imamla beraber iki rek’at ″Cumanın farzı″ kılınır. Bundan sonra ″Cumanın son sünneti″ niyetiyle dört rek’at daha kılınır. Sonra kişinin kendi duyacağı şekilde kamet getirilir ve dört rek’at ″Zuhr–i Âhir″ namazı kılınır ve bu namaz, öğle namazının farzının kılındığı gibi kılınır. Bundan sonra da ″Vaktin son sünnetine″ diye niyet ederek iki rek’at daha kılınır ve Cuma namazı bu şekilde tamamlanır.

Zuhr-i Âhir Namazını Neden Kılmak Zorundayız?

Cuma namazının sıhhatinin şartları tam olarak yerine gelmediğinde, Ehl-i Sünnet mezhep imamları, o günün öğle namazının farzının kılınması gerektiğine hükmetmişlerdir. İşte bu namaz Zuhr-i Âhir diye isimlendirilmiştir, ″Son öğle namazı″ anlamına gelmektedir. Günümüzde de bu sıhhat şartları yerine gelmediğinden dolayı mezhep imamlarının fetvâlarına göre; Zuhr-i Âhir namazı mutlak sûrette kılınmalıdır. Bu namazın kılınması, o vaktin farzının mesuliyetinden yüzde yüz kurtulmak içindir.

Cuma namazının kabul olması için altı sıhhat şartı vardır. Birincisi; şehir ve şehir hükmünde olan yerlerde ve sâdece bir yerde kılınması. İkincisi; sultan (devlet başkanı) ve onu temsil eden kişi tarafından kılınması. Üçüncüsü; öğle vaktinde kılınması. Dördüncüsü; namazdan önce hutbe okunması. Beşincisi; cemaatin bulunması. Altıncısı; Cuma namazının kılınacağı yerle ilgili devlet izninin olması.[1]

İbâdetlerin geçerli olması, o ibâdetlerin sıhhat şartlarına bağlıdır. Örneğin; namazın da altı sıhhat şartı vardır. Bunlar; ″1- Abdestli olmak. 2- Necâsetten temizlenmek. 3- Mahrem yerlerini örtmek. 4- Kıbleye yönelmek. 5- Vakit. 6- Niyet.″ Bir kimse, namazın bu sıhhat şartlarını yerine getirmeden namazı kılmış olsa, ″Benim namazım kabul oldu″ diyemez. İşte Cumanın sıhhat şartları da böyledir.

Cumanın kabul olması için belirlenmiş olan altı sıhhat şartından ikisi günümüzde yerine gelmemektedir. Bu şartlardan birincisi, şehirlerde ve sâdece bir yerde kılınmasıdır. İkincisi de, sultan (devlet başkanı) veya onu temsil eden kişi tarafından kıldırılmasıdır. Özellikle bu iki husus yerine gelmediği için Zuhr-i Âhir namazının kılınması gerektiği hakkında Ehl-i Sünnet mezhebinin imamları fetvâ vermişlerdir.

Hanefilere göre; Cuma namazının şehir veya şehir hükmünde olan bir yerde kılınması gerekir. Hanefilerde tercih edilen görüşe göre; ″Şehir, kendisinde hadleri (şer’î cezâları) uygulayan bir emîrin ve hükümleri yerine getiren bir Kadı’nın bulunduğu yerdir.″[2] Hanefilere göre; şehir veya şehir hükmünde olmayan yerlerde Cuma kılmak sahih (geçerli) olmaz. Bu hususta Hanefilerin delili; Hz. Ali Kerremallâhu veche’den mevkuf olarak nakledilen şu Hadis-i Şerif’tir:

لَا جُمُعَةَ وَلَا تَشْرِيقَ اِلَّا فِى مِصْرٍ جَامِعٍ (عبد الرزاق المصنف عن على)

″Cuma ile Bayram namazları, ancak şehirlerde kılınabilir.″[3]

İmam-ı Âzam’a göre; Cuma namazı, şehirde sadece bir yerde kılınabilir. Çünkü Sahâbe-i Kirâm’dan nakledilen uygulama budur. Eğer iki yerde kılınması câiz olsaydı; diğer namazlar gibi bütün camilerde kılınmasının câiz olması gerekirdi ki; bu imkânsızdır. İmam Ebû Yûsuf da böyle demiştir. Ancak ona göre; Cuma namazı iki ayrı yerde kılınıyorsa, o iki yer arasında Bağdat’ta olduğu gibi şehri ayırıcı bir nehir bulunması gerekir. Nehrin ayırdığı yerler iki ayrı şehir gibi olur. Cuma günlerinde İmam Ebû Yusuf; Bağdat kadısı iken, o şehrin iki yakasını birleştiren köprüyü keserdi ki, iki taraf arasındaki ulaşım da kesilsin. Çünkü Cuma namazı kılınan iki yer arasında nehir olmazsa, o takdirde önce kılan camideki cemaatin Cuma namazı geçerli olur. Diğer câmidekilerin, yani sonra kılmış olanların Cuma namazları bozulmuştur. Bunlar, öğle namazını kılarlar. Cuma namazını kılan iki camideki cemaat, namazlarını aynı anda kılmışlarsa veya hangisinin daha önce kıldığı belli değilse, her iki cemaatin de Cuma namazı bozulur ve şüphe sebebiyle mesuliyetten kurtulamazlar, mutlaka öğle namazını yani Zuhr-i Âhir’i kılmaları gerekir. İmam Muhammed’e göre ise, ″Şehirde Cuma namazı iki, üç yerde kılınabilir. Ama daha fazla yerde kılınması câiz değildir.″[4] Bu husus, Hanefilerin temel kaynaklarından biri olan ″Kitâb’ul-İhtiyâr″ adlı eserde böyle geçmektedir. Bu hususta fetvâ, İmam-ı Âzam ve İmam Ebû Yusuf’a göredir.

Cumanın sıhhati (geçerli olması) hakkında İmam Muhammed, ″Kitâb’ul-Asl″ adlı eserinde İmâm-ı Âzam’a bu hususu şöyle sormaktadır:

قُلْتُ: أَرَأَيْتَ الْجُمُعَةَ هَلْ تَجِبُ عَلَى أَهْلِ السَّوَادِ وَأَهْلِ الْجِبَالِ؟ قَالَ: لَا تَجِبُ الْجُمُعَةُ إِلَّا عَلَى أَهْلِ الْأَمْصَارِ وَالْمَدَائِنِ. قُلْتُ: أَرَأَيْتَ قَوْمًا مِنْ أَهْلِ السَّوَادِ اجْتَمَعُوا فِي مَسْجِدِهِمْ، فَخَطَبَ لَهُمْ بَعْضُهُمْ، ثُمَّ صَلَّى بِهِمُ الْجُمُعَةَ؟ قَالَ: لَا تَجْزِيهِمْ صَلَاتُهُمْ وَعَلَيْهِمْ أَنْ يُعِيدُوا الظُّهْرَ.

Ben[5], İmam-ı Âzam’a: ″Köy, kasaba ve dağda oturanlara Cuma farz olur mu, ne dersin?″ diye sordum. O da: ″Hayır. Cuma, ancak şehirlerde ve şehir hükmünde olan yerlerde oturanlara farz olur″ diye cevap verdi. Ben tekrar: ″Köy ve kasabada oturanlardan bir cemaat mescitlerinde toplansa ve içlerinden birisi hutbe okuyup, onlara Cuma namazını kıldırsa bu olur mu, ne dersin?″ diye sordum. O da: ″Onların bu namazları kendilerine yeterli olmaz, öğle namazını iade etmeleri gerekir″ diye cevap verdi.[6] İşte İmam-ı Âzam’ın; ″Öğle namazını iade etmeleri gerekir″ diye ifade ettiği namaz, sonradan âlimler tarafından ″Zuhr-i Âhir″ diye isimlendirilmiş olan namazdır. Zuhr-i Âhir demek, ″Vaktine erişip de henüz farziyeti üzerimden düşmeyen son öğle namazı″ demektir. Tıpkı Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ramazan’da yatsı namazından sonra kılmış olduğu nâfile namazın, sonradan ″Terâvih″ diye isimlendirildiği gibi.

Cumayı sultanın (devlet başkanının) ve onu temsil eden kimsenin kıldırması da Cumanın geçerli olmasının şartlarındandır. Bu husus Abdullah İbn-i Muhayriz Radiyallâhu anhu’dan mevkuf olarak nakledilen Hadis-i Şerif’te:

اَلْجُمُعَةُ وَالْحُدُودُ وَالزَّكَاةُ وَالْفَيْءُ إلَى السُّلْطَانِ (عن عبد اللَّه بن محيريز)

″Cuma, had (şer’î cezâ), zekât ve fey’[7] sultana aittir″[8] diye buyrulmuştur.

Mâlikiler; Cumanın şehir hükmünde bir yerde kılınabilmesini, Cumanın hem sıhhat, hem de vücub şartı olduğunu zikrederler ve daha ziyade bu hususta önemle dururlar. Onlara göre; bir şehirde iki yahut daha çok mescitte birkaç yerde Cuma namazının kılınmasına engel olunur. Bir şehirde ancak bir tek Cuma namazı kılınabilir. Eğer bir beldede birkaç yerde Cuma namazı kılınırsa, en eski camide kılınan Cuma namazı geçerlidir. Diğer camilerde namaz kılanların, öğle namazını (Zuhr-i Âhir’i) kılmaları gerekir. En eski mescitten maksat, o beldede ilk olarak Cuma namazının kılındığı mescittir.[9]

Şâfiilere göre de, Cuma namazını birkaç yerde kılmak câiz değildir. Hattâ İmam Şâfii, ″Kitab’ul-Umm″ adlı eserinde: ″Bir şehirde, iki veya daha fazla yerde Cuma namazı kılınmışsa, önce kılanların Cuması kabul olur, sonra kılanların ise Cuması geçerli olmaz ve öğle namazını kılmaları farzdır″ diyerek kesin bir şekilde belirtmiştir. Bu sebeple Şâfiiler, Cumanın farzından sonra öğle namazını (Zuhr-i Âhir’i) cemaatle kılarlar. İmam Şâfii’ye göre; hangisinin Cumayı önce kıldığı belli değilse, hepsinin öğleyi yeniden kılmaları gerekir. Bir rivâyette de, hangi mescitte tekbir önce alınmışsa, o mescitte kılınan Cuma namazı geçerlidir, diğerlerininki geçerli değildir, diye geçmektedir. İmam Şâfii’nin delili de; Cuma namazının, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Raşid halifeler ve Tâbiîn devrinde ayrı ayrı yerlerde kılınmamış olmasıdır. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem döneminde Medîne çevresinde ikâmet etmekte olan bedevî kabileleri, bulundukları yerlerde Cuma namazını kılmıyorlardı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de Cuma namazını kılmalarını kendilerine emretmemişti.[10] Namaz şehirde sâdece ″el-Mescid’ül-Cuma″ denilen büyük mescitte kılınırken, diğer mescitlerde ise sâdece vakit namazları kılınırdı. Bu hususta Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

كَانَ النَّاسُ يَنْتَابُونَ يَوْمَ الْجُمُعَةِ مِنْ مَنَازِلِهِمْ وَالْعَوَالِيِّ فَيَأْتُونَ فِي الْغُبَارِ يُصِيبُهُمْ الْغُبَارُ وَالْعَرَقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُمْ الْعَرَقُ فَأَتَى رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنْسَانٌ مِنْهُمْ وَهُوَ عِنْدِي فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَوْ أَنَّكُمْ تَطَهَّرْتُمْ لِيَوْمِكُمْ هَذَا (خ م عن عائشة)

İnsanlar, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında Medîne’ye yakın menzillerden ve Medîne etrafındaki köylerden nöbetleşe gelerek Cuma namazında hazır bulunurlardı. Toz toprak içinde gelirler de, toz ve ter vücutlarına siner ve bedenlerinden ter kokusu çıkardı. Bir defa Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem benim yanımda iken bâzı kişiler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna geldi. Onlara buyurdu ki: ″Keşke bu gününüz için iyice temizlenseydiniz.″[11]

Hanbeliler de, yukarıdaki hususlarda, Hanefi, Şafii ve Mâlikiler ile aynı görüşü paylaşmaktadırlar. Onlara göre; sultanın (devlet başkanının) veya onun vekil ettiği kişinin kıldırdığı camideki Cuma namazı geçerlidir. Diğer camilerde Cuma namazı kılanların, mutlaka öğle namazını (Zuhr-i Âhir’i) kılmaları gerekir.[12]

Hulâsâ; bütün Ehl-i Sünnet imamları, Cumanın sıhhat şartları tam olarak yerine gelmediğinde; öğle namazının mutlaka kılınması gerektiğini söylemişlerdir. İşte bu namaz, sonradan Zuhr-i Âhir diye isimlendirilmiş olan namazdır.

Zuhr-i Âhir namazının kılınması ve niyetin nasıl olması gerektiğine dâir Ehl-i Sünnet âlimleri şöyle buyurmuşlardır:

فِي كُلِّ مَوْضِعٍ وَقَعَ الشَّكُّ فِي جَوَازِ الْجُمُعَةِ لِوُقُوعِ الشَّكِّ فِي الْمِصْرِ أَوْ غَيْرِهِ وَأَقَامَ أَهْلُهُ الْجُمُعَةَ يَنْبَغِي أَنْ يُصَلُّوا بَعْدَ الْجُمُعَةِ أَرْبَعَ رَكَعَاتٍ وَيَنْوُوا بِهَا الظُّهْرَ حَتَّى لَوْ لَمْ تَقَعْ الْجُمُعَةُ مَوْقِعَهَا يَخْرُجُ عَنْ عُهْدَةِ فَرْضِ الْوَقْتِ بِيَقِينٍ، كَذَا فِي الْكَافِي، وَهَكَذَا فِي الْمُحِيطِ ثُمَّ اخْتَلَفُوا فِي نِيَّتِهَا قِيلَ: يَنْوِي آخِرَ ظُهْرٍ عَلَيْهِ وَهُوَ الْأَحْسَنُ وَالْأَحْوَطُ أَنْ يَقُولَ: نَوَيْتُ آخِرَ ظُهْرٍ أَدْرَكْتُ وَقْتَهُ وَلَمْ أُصَلِّهِ بَعْدُ، كَذَا فِي الْقُنْيَةِ.

″Herhangi bir yerde, o yerin şehir olup olmadığı hakkında veya başka bir nedenle Cumanın câiz olup olmadığı hususunda bir şüphe meydana gelirse, Cuma ehlinin, Cuma namazından sonra, öğle namazı niyeti ile dört rek’at namaz kılmaları gerekir. Bir kimse böyle yapmakla eğer Cuma yerini bulmamış olursa, kesin olarak o vaktin farzının sorumluluğundan kurtulmuş olur. ″Kâfi″ ve ″Muhiyt″ adlı eserlerde de böyledir.″ Kılınan bu dört rek’at namaza nasıl niyet edileceği hususunda görüş ayrılığı vardır; bu namazı kılan kimse, üzerinde olan son öğle namazı niyeti ile kılar, denilmiştir. En güzeli budur. İhtiyâta uygun olan ise; niyet ettim, vaktine erişip de henüz farziyeti üzerimden düşmemiş olan son öğle namazına, demektir. ″Gunye″ adlı eserde de böyledir.″[13] Bu ifadelerin Arapçası, Zuhr-i Âhir namazı demektir.

وَفِيهِ نَظَرٌ بَلْ هُوَ الِاحْتِيَاطُ بِمَعْنَى الْخُرُوجِ عَنْ الْعُهْدَةِ بِيَقِينٍ لِأَنَّ جَوَازَ التَّعَدُّدِ وَإِنْ كَانَ أَرْجَحَ وَأَقْوَى دَلِيلًا لَكِنْ فِيهِ شُبْهَةٌ قَوِيَّةٌ لِأَنَّ خِلَافَهُ مَرْوِيٌّ عَنْ أَبِي حَنِيفَةَ أَيْضًا وَاخْتَارَهُ الطَّحَاوِيُّ والتمرتاشي وَصَاحِبُ الْمُخْتَارِ وَجَعَلَهُ الْعَتَّابِيُّ الْأَظْهَرَ وَهُوَ مَذْهَبُ الشَّافِعِيِّ وَالْمَشْهُورُ عَنْ مَالِكٍ وَإِحْدَى الرِّوَايَتَيْنِ عَنْ أَحْمَدَ كَمَا ذَكَرَهُ الْمَقْدِسِيَّ فِي رِسَالَتِهِ [نُورُ الشَّمْعَةِ فِي ظُهْرِ الْجُمُعَةِ] بَلْ قَالَ السُّبْكِيُّ مِنْ الشَّافِعِيَّةِ إنَّهُ قَوْلُ أَكْثَرِ الْعُلَمَاءِ وَلَا يُحْفَظُ عَنْ صَحَابِيٍّ وَلَا تَابِعِيٍّ تَجْوِيزُ تَعَدُّدِهَا وَقَدْ عَلِمْت قَوْلَ الْبَدَائِعِ إنَّهُ ظَاهِرُ الرِّوَايَةِ وَفِي شَرْحِ الْمُنْيَةِ عَنْ جَوَامِعِ الْفِقْهِ أَنَّهُ أَظْهَرُ الرِّوَايَتَيْنِ عَنْ الْإِمَامِ قَالَ فِي النَّهْرِ وَفِي الْحَاوِي الْقُدْسِيِّ وَعَلَيْهِ الْفَتْوَى وَفِي التَّكْمِلَةِ لِلرَّازِيِّ وَبِهِ نَأْخُذُ فَهُوَ حِينَئِذٍ قَوْلٌ مُعْتَمَدٌ فِي الْمَذْهَبِ لَا قَوْلٌ ضَعِيفٌ... لَوْ سُلِّمَ ضَعْفُهُ فَالْخُرُوجُ عَنْ خِلَافِهِ أَوْلَى فَكَيْفَ مَعَ خِلَافِ هَؤُلَاءِ الْأَئِمَّةِ وَفِي الْحَدِيثِ الْمُتَّفَقِ عَلَيْهِ {فَمَنْ اتَّقَى الشُّبُهَاتِ اسْتَبْرَأَ لِدِينِهِ وَعِرْضِهِ}

″Bilakis ihtiyat olan Zuhr-i Âhir’i kılmaktır. Bu, mesuliyetten yüzde yüz çıkmak mânâsına gelir. Zîrâ birçok yerde Cuma kılmanın câiz olduğuna dair kuvvetli bir delil vardır. Lâkin bunda kuvvetli bir şüphe de vardır. Çünkü Ebû Hanife’den hilafı (şehirde sadece bir yerde kılınması gerektiği) nakledilmiş ve bu rivâyeti Tahavî, Timurtâşî ve ″Muhtar″ adlı eserin müellifi tercih etmişlerdir; Attâbi ise, onu daha açık bulmuştur. İmam Şafii’nin mezhebi bu olduğu gibi İmam Mâlik’in meşhur olan görüşü ve İmam Ahmed’den rivâyet edilen iki görüşten biri de budur. Nitekim Makdisî bunu ″Nuru’ş-Şem’â Fî Zuhûru’l-Cuma″ adlı eserinde zikretmiştir. Hattâ Şâfiilerden Subkî, ulemânın çoğunun görüşünün bu olduğunu birçok yerde Cuma kılmanın câiz olduğunun hiçbir Sahâbi ve Tâbiîn’den nakledilmediğini söylemiştir. ″Bedâyî″de zâhir (açık) olan rivâyet budur, denilmiştir. ″Münye Şerhi″nde ″Cevâmi’ul-Fıkıh″tan naklen; bu görüş İmam-ı Âzam’dan gelen iki rivâyetin en açık olanıdır, denilmiştir. ″Nehir″ ile ″el-Hâvi’l-Kudsî″de; fetvâ bunun üzerinedir, denilmektedir. Râzî’nin ″Tekmile″sinde; biz bununla amel ederiz, ibâresi vardır. Şu halde bu görüş, mezhepte itimat edilen bir görüştür, zayıf bir görüş değildir. Bu görüşün zayıf olduğu söylense bile, onun hilâfından kurtulmak evlâdır. Müttefekun aleyh olan bir Hadis-i Şerif’te: ″Her kim şüphelerden korunursa, dînini ve ırzını kurtarmıştır″[14] diye buyrulmuştur.[15] Bu sebepledir ki, ibâdetlerdeki şüpheleri ortadan kaldırmak için gayret etmek gerekir.

لَمَّا اُبْتُلِيَ أَهْلُ مَرْوَ بِإِقَامَةِ الْجُمُعَتَيْنِ فِيهَا مَعَ اخْتِلَافِ الْعُلَمَاءِ فِي جَوَازِهِمَا أَمَرَ أَئِمَّتُهُمْ بِالْأَرْبَعِ بَعْدَهَا حَتْمًا احْتِيَاطًا وَنَقَلَهُ كَثِيرٌ مِنْ شُرَّاحِ الْهِدَايَةِ وَغَيْرِهَا وَتَدَاوَلُوهُ.

Merv şehrinde, iki yerde Cuma kılınıp kılınmayacağı hususunda ulemâ ihtilaf ettikleri vakit, imamları Cumadan sonra dört rek’at Zuhr-i Âhir kılmalarını halka ihtiyaten vâcip olmak üzere emretmişlerdir. Bu hâdiseyi ″Hidâye″ şerhlerinden birçoklarıyla diğerleri nakletmiş ve ele almışlardır.″[16]

Bâzı kimseler; ″Zuhr-i Âhir diye bir namaz yoktur″ derler. Bu söz yanlıştır. Halbuki ortada gözle görülen bir vakıa vardır. Bu da, Cumanın sıhhat, yani geçerlilik şartlarının tam olarak yerine gelmemesidir. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Raşid halifeler ve Tâbiîn döneminde Cuma namazı bir şehirde ve bir yerde kılınmıştır. Cuma namazının bir şehirde, ancak bir yerde kılınması ve devlet başkanının veya onun vekili olarak onu temsil eden kişi tarafından kıldırılması gerekirken, günümüzde şehirlerdeki bütün camilerde, kasaba ve köylerde Cuma namazı kılınmaktadır. İşte bu uygulama da Cumanın sıhhat (kabul olma) şartına noksanlık getirir ve bu şekilde kılınan namaz ile de kişi vaktin farziyetinin sorumluluğundan tam olarak kurtulmuş olamaz. Bu sebeple vaktin farzının mesuliyetinden tam olarak kurtulmak için muhakkak Zuhr-i Âhir namazının kılınması gerekir.

Ehl-i Sünnet âlimlerinin, Zuhr-i Âhir namazının kılınması gerekliliğindeki ısrarı, Cuma namazındaki sıhhat şartlarının noksanlığından oluşan hatanın giderilmesi için değil, o vaktin farzının mesuliyetinden kurtulmak içindir. Çünkü asıl farz, bütün insanlar için öğle namazıdır. Çünkü ibâdet herkesin gücü nispetindedir. Namaz kılmakla mükellef olan kimsenin öğle namazı kılmaya gücü yeter. Çünkü öğle namazını tek başına kılabilir. Fakat Cuma namazının bir takım şartları vardır. Bu şartlar oluşmadıkça, Cuma namazı geçerli olmaz. Bu nedenle herkesin Cumanın şartlarını yerine getirmeye gücü yetmez. Eğer asıl olarak Cuma namazı farz olsaydı, herkese gücünün dışında olan bir şey teklif edilmiş olurdu. Cumanın şartları tam olarak yerine geldiğinde ise, ancak Cuma namazı kılınır, öğle namazı kılınmaz.[17]

Allah’u Teâlâ Cuma namazının kılınmasını emrettiği için mükellef olan Müslümanların Camiye gidip Cuma namazını mutlak sûrette kılması gerekir. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

فَمَنْ تَرَكَهَا فِي حَيَاتِي أَوْ بَعْدِي وَلَهُ إِمَامٌ عَادِلٌ أَوْ جَائِرٌ اسْتِخْفَافًا بِهَا أَوْ جُحُودًا لَهَا فَلَا جَمَعَ اللّٰهُ لَهُ شَمْلَهُ وَلَا بَارَكَ لَهُ فِي أَمْرِهِ (ه عن جابر)

″Ben hayatta iken veya benden sonra başında âdil veya zâlim bir devlet başkanı varken, kim Cuma namazını küçümseyerek veya farziyetini inkâr ederek bırakırsa, Allah onun işini düzene sokmasın ve işinde ona bereket vermesin″[18] diye buyurmuştur. Bu sebeple mükellef olan her Müslümanın Cuma namazına gidip kılması gerekir. Ancak Cumanın sıhhat şartları yerine gelmediğinden dolayı da, Cumanın kabul olması hususunda kuvvetli şüphe vardır. Bu şekilde kılınan Cuma namazı kabul olmadığı takdirde, o vaktin farzı kılınmamış olur. Bu sebeple mezhep imamları vaktin farzının yerine getirilmesi hususunda, Müslümanların kalbindeki şüpheyi tamamen ortadan kaldırmak için o günün öğle namazının yani Zuhr-i Âhir namazının mutlak sûrette kılınması gerektiğini söylemişlerdir. Bu namazın kılınmasının, Cuma namazına hiçbir zararı yoktur. Cumanın câiz olup olmadığı hususunda ihtilaf edildiğinde, kişinin kılmış olduğu bu namaz, Cuma kabul olmuşsa, kazâ veya nâfile yerine geçer.[19] Eğer Cuma kabul olmamışsa Zuhr-i Âhir namazını kılan Müslümanlar, vaktin farzının sorumluluğundan yüzde yüz kurtulmuş olurlar. Ayrıca, bu namazın kılınmasının hiç kimseye de bir zararı yoktur. Bu namazın kılınmasına engel olmak ise büyük bir vebal gerektirir.

Buraya kadar anlatıldığı üzere; mezhep imamlarımızın fetvâları ile Zuhr-i Âhir namazının mutlaka kılınması gerektiği net bir şekilde ifade edilmiştir. Hiçbir tereddüte mahal yoktur. Bu nedenle yüzlerce yıldır da zaten, Ehl-i Sünnet görüşünde olan Müslümanlar tarafından bu namaz kılınmaktadır. Son zamanlarda bir takım çevreler tarafından, Zuhr-i Âhir namazının kılınmaması için özel bir çaba sarf edildiği görülmektedir. Bu kişiler, dîni hususlarda sanki mezhep imamlarımızdan hâşâ daha âlim ve onlardan daha hassasmış gibi davranarak onların fetvâlarını yok saymaktadırlar. Bu ise, bir dalâlettir. Ehl-i Sünnet görüşüne muhalefet etmektir.

Ehl-i Sünnet’in mezhep imamları, insanların en hayırlılarının yaşadığı bir dönemde yaşamışlardır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

خَيْرُ النَّاسِ قَرْنِي ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ (خ م ت عن عبد الله بن مسعود)

″İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır (Sahâbe). Sonra bunları takip edenlerdir (Tâbiîn), sonra da bunları takip edenlerdir (Etbau’t-Tâbiîn).″[20]

Bu Hadis-i Şerif’te geçen ve övgüye mazhar olan bu üç nesil, İslâm şeriatında ″Selef″ veya ″Mutekaddimûn″ diye isimlendirilir. İmam-ı Âzam, Tâbiîn’den, diğer mezhep imamları; İmam Şâfii, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbel de Etbau’t-Tâbiîn’dendir. İmam-ı Âzam’ın asıl adı Numan olduğu halde, Müslümanlar tarafından ona ″En büyük imam″ anlamına gelen ″İmam-ı Âzam″ ismi verilmiştir. O, öyle büyük bir zattır ki, ömrünün on yedi senesini sâdece Hadis-i Şerif toplamakla geçirmiştir. Onun geleceği ve İslâm’a çok büyük hizmetlerinin olacağı bizzat Hadis-i Şerif ile bildirilmiştir. Onun hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَوْ كَانَ الدِّينُ عِنْدَ الثُّرَيَّا لَذَهَبَ بِهِ رَجُلٌ مِنْ فَارِسَ أَوْ قَالَ مِنْ أَبْنَاءِ فَارِسَ حَتَّى يَتَنَاوَلَهُ. (م حم عن ابى هريرة)

″Eğer din Süreyya yıldızına gitmiş olsa bile, Farslardan bir kimse veya Fârisoğullarından birisi muhakkak ona gider ve onu uzanıp alır.″[21]

Şâfii âlimlerinden olan İmam Suyûti Hazretleri şöyle buyurmuştur: ″Bu Hadis-i Şerif’in, İmam-ı Âzam’ı gösterdiği söz birliği ile bildirilmiştir.″ Nu’man Alûsi de, bu Hadis-i Şerif’in, Ebû Hanife’yi gösterdiğini, dedesinin Fâris soyundan olduğunu yazmaktadır.[22]

Diğer üç mezhep imamı da İmam-ı Âzam’dan hayır ve övgü ile bahsetmektedir.

İşte açıkça görüldüğü üzere, Ehl-i Sünnet üzere olan fıkıh mezhepleri, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in övgüsüne mazhar olan nesiller tarafından oluşturulmuştur. Bu imamlar, Kur’ân-ı Kerim’den ve Sünnet-i Seniyye’den zerre kadar dahi ayrılmamışlardır. Bu sebeple bunların kurduğu mezheplere ″Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Mezhebi″ denilmiştir. Hal böyle olunca hangi açıdan bakarsak bakalım bu zâtların, kendilerinden sonra gelen nesillerden dîni hususlarda daha hassas oldukları tartışmasız bir gerçektir.

Bu mezhep imamlarını ve onların görüşlerini kabul etmeyerek yeni içtihatlar ortaya koymaya çalışmak hadsizliktir. Hak olan bu dört mezhep imamlarından sonra gelen İslam âlimleri ise, hep bunların görüşlerini öğrenme ve öğretme yoluna gidip halkı irşada yönelmişlerdir. Çünkü verilebilecek en doğru hükümler âyet ve sünnetten deliller getirilerek en güzel şekilde verilmiştir. Dolayısıyla mesele zaten bitmiş ve kapanmıştır. Sonradan kendilerini bu mezheplerin üstünde görenlerin, Ehl-i Sünnet görüşünü reddederek yeni görüşler ortaya atmaları ise açık bir dalâlettir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِذَا لَعَنَ آخِرُ هَذِهِ الْأُمَّةِ أَوَّلَهَا فَمَنْ كَتَمَ حَدِيثًا فَقَدْ كَتَمَ مَا أَنْزَلَ اللّٰه (ه عن جابر)

″Bu ümmetin sonra gelenleri öncekileri reddettikleri zaman, her kim Hadis-i Şerif’leri gizlerse Allah’u Teâlâ’nın indirdiğini gizlemiş olur.″[23]

Zuhr-i Âhir’den Sonra Kılınan Vaktin Son Sünneti ve Tesbihat:

Zuhr-i Âhir’den sonra kılınan iki rek’at namaz, vaktin son sünneti niyetiyle kılınır. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre; farzdan sonra kılınacak sünnet bir selamla dört ve bir selamla iki rek’at olmak üzere toplam altı rek’attır. Bu husus İmam Ali Kerremallâhu veche’den nakledilmiştir.[24] İmam-ı Âzam ise, bu son iki rek’ata lüzum görmemiştir. Ancak bu hususta İmameyn kavli tercih edilmiştir.

Namaz sonunda yapılan tesbihat hakkında da çok sayıda Hadis-i Şerif vardır. Bunlardan bâzıları şöyledir:

مَنْ قَالَ دُبُرَ كُلِّ صَلَاةٍ: أَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ الَّذِي لَا اِلٰهَ إِلَّا هُوَ الْحَيَّ الْقَيُّومَ وَأَتُوبُ إِلَيْهِ، غُفِرَ لَهُ وَإِنْ فَرَّ مِنَ الزَّحْفِ (طس عن البراء بن عازب)

Kim her farz namazın ardından: ″Estağfirullâh ellezî lâ ilâhe illâ hüve’l-hayyu’l-kayyûm ve etûbu ileyh″ derse, savaştan kaçmış bile olsa, günahları bağışlanır.″[25]

أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ إِذَا انْصَرَفَ مِنْ صَلَاتِهِ اسْتَغْفَرَ ثَلَاثَ مَرَّاتٍ ثُمَّ يَقُولُ اللّٰهُمَّ أَنْتَ السَّلَامُ وَمِنْكَ السَّلَامُ تَبَارَكْتَ يَا ذَا الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ. (حم م د ه ت ن عن ثوبان)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem namazı kıldırınca, üç kere ″Estağfirullâh″ der ve akabinde: ″Allâhumme ente’s-selâmu ve minke’s-selâm. Tebârekte yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm″ derdi.[26]

مَنْ سَبَّحَ اللّٰهَ فِي دُبُرِ كُلِّ صَلَاةٍ ثَلَاثًا وَثَلَاثِينَ وَحَمِدَ اللّٰهَ ثَلَاثًا وَثَلَاثِينَ وَكَبَّرَ اللّٰهَ ثَلَاثًا وَثَلَاثِينَ فَتْلِكَ تِسْعَةٌ وَتِسْعُونَ وَقَالَ تَمَامَ الْمِائَةِ لَا اِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ غُفِرَتْ خَطَايَاهُ وَإِنْ كَانَتْ مِثْلَ زَبَدِ الْبَحْرِ (م عن ابى هريرة)

Bir kimse her namazın ardından; otuz üç defa Sübhânallah, otuz üç defa ″Elhamdulillâh″, otuz üç defa ″Allah’u Ekber″ der ve yüz sayısını da, ″Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdu ve hüve alâ külli şey’in kadîr″ diyerek tamamlarsa, onun günahları deniz köpüğü kadar çok olsa bile Allah’u Teâlâ onu bağışlar.[27]

Hutbe Âdabı:

Hutbe, namaz hükmündedir ve hutbeyi okuyanı dinlemek farzdır. Cemaatle namaz kılındığında imam sesli olarak namazı kıldırınca, okuduğu Kur’ân’ı sessizce dinlemek gerektiği gibi, hutbeyi de sessizce dinlemek gerekir.

Yine hutbe farz namaz hükmünde olduğu için, imam hutbeye çıktığında, hiçbir şekilde konuşulmaz. İmamın sözüne iştirak edilmez ve imam duâ yapsa dahi o duâya ″Âmin″ denilmez.

Hatip minberde iken, cemaatin konuşması ittifakla câiz değildir.

Hanefi mezhebinin temel kaynak eseri olan ve İmam-ı Âzam, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in görüşlerini bir araya getiren Kâfi″ adlı eserde denilir ki: ″Cuma hutbesini dinlemek farzdır.[28] Evvelki sünnete (Cumanın ilk sünnetine) yetişemeyenin, hatip minberde iken bu sünneti kılması mekruhtur. Minberden indikten sonra da kılması hiç câiz değildir. Ancak farzdan (Cumanın iki rek’at farzından) sonra kaza etmesi gerekir. Öğlenin sünneti (öğle namazının ilk sünnetinin farzından sonra) kaza olduğu gibi.″

Bir kimse Cumanın ilk sünnetini kılarken hatip hutbeye başlasa, iki rek’at kıldıktan sonra selâm verir. Eğer bir rek’at kılmışsa bir rek’at daha ilave eder ve selam verir. Bu iki sûrette de Cumanın bu ilk sünnetini, imamla Cumanın iki rek’at farzını kıldıktan sonra tekrar dört rek’at olarak kılar. Eğer hatip hutbeye başladığı zaman üç rek’at kılmışsa sünneti tamamlar.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِذَا دَخَلَ أَحَدُكُمُ الْمَسْجِدَ وَالْاِمَامُ عَلَى الْمِنْبَرِ فَلَا صَلَاةَ وَلَا كَلَامَ حَتَّى يَفْرُغَ الْاِمَامُ (طب عن ابن عمر)

″Sizden biri mescide girdiği zaman, imam minberde ise hutbeyi tamamlayana kadar namaz kılmak da yoktur, konuşmak da yoktur.″[29]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

خُرُوجُ الْاِمَامِ يَوْمَ الْجُمُعَةِ لِلصَّلَاةِ يَقْطَعُ الصَّلَاةَ وَكَلَامُهُ يَقْطَعُ الْكَلَامَ (ق عن ابى هريرة)

″Cuma günü imamın namaz için (namaz hükmünde olan hutbe okumak üzere) minbere çıkması namazı keser ve konuşmaya başlaması da sözü keser.″[30]

Bu Hadis-i Şerif’te Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, hutbe kelimesi yerine ″Namaz″ anlamına gelen ″Salat″ kelimesini kullanmıştır. Bu ifade ile de; hutbenin farz namaz hükmünde olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

Başka bir Hadis-i Şerif’te Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

أَنَّ الْخُطْبَةَ كَشَطْرِ الصَّلَاةِ

″Hutbe, Cuma namazının yarısı gibidir″[31] diye buyurmaktadır. Yine Hz. Ömer ve Hz. Âişe Radiyallâhu anhumâ’nın:

إنَّمَا قُصِرَتْ الصَّلَاةُ لِأَجْلِ الْخُطْبَةِ (عن عمر وعائشة)

″Cuma namazının (dörtten iki rek’ata) kısaltılması, hutbeden dolayıdır″[32] diye buyurdukları da nakledilmiştir. İşte Cuma namazının farzının dört rek’at değil de iki rek’at olması, hutbeden dolayıdır. Dolayısıyla hutbe iki rek’at farz namaz hükmündedir.

Bu hususta verilen fetvâlardan bâzıları ise şöyledir:

لا ينبغى أن يصلى غير الخطيب لأنهما كشيئ واحد.

″Hatibin dışında birinin Cuma namazının farzını kıldırması yakışmaz. Çünkü, Hutbe ile namaz tek bir şey gibidir.″[33]

Hatip minbere çıkınca cemaatin konuşmayıp sükût etmesi, selâm alıp vermemesi, namaz kılmaması icap eder.[34] Çünkü ″İmam hutbe okurken ve Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem üzerine Salavat-ı Şerife getirirken, cemaatin uzak olsun, yakın olsun susup dinlemesi farzdır.″[35] İmam Muhammed, ″Kitâb’ul-Asl″ adlı eserinde İmâm-ı Âzam’a bu hususu şöyle sormaktadır:

Ben, İmâm-ı Âzam’a: ″İmam Cuma günü hutbe okurken imam ile beraber olan kimselerin konuşmaları uygun olur mu, ne dersin?″ diye sordum. ″Hayır″ dedi. Ben: ″İmam Allah adını zikrettiği zaman onların da Allah’ı zikretmelerini ve imamın Peygamber Efendimize Salavat okuduğu zaman onların da Salavat getirmelerini mekruh görür müsün?″ diye sordum. ″Onların dinlemeleri ve susmalarını isterim″ diye cevap verdi. Ben: ″Onlar aksıran kimseye –yerhamukellah- derler mi ve selam veren kimsenin selamını alırlar mı?″ diye sordum. ″Onların dinlemelerini ve susmalarını isterim″ diye cevap verdi.[36]

İmam hutbede, Sûre-i Ahzâb, Âyet 56’da: ″Şüphesiz ki, Allah’u Teâlâ ve melekleri Peygamber üzerine salavat getirirler. Ey îman edenler! Siz de ona salât-u selâm getirin″ diye geçen âyeti okusa dahi, Peygamber Efendimiz üzerine salavat gerilmez. Çünkü Zâhirurrivâye’de:

أَنَّ حَالَةَ الْخُطْبَةِ كَحَالَةِ الصَّلَاةِ فِي الْمَنْعِ مِنْ الْكَلَامِ فَكَمَا أَنَّ الْإِمَامَ لَوْ قَرَأَ هَذِهِ الْآيَةَ فِي صَلَاتِهِ لَمْ يَشْتَغِلْ الْقَوْمُ بِالصَّلَاةِ عَلَيْهِ فَكَذَلِكَ إذَا قَرَأَهَا فِي خُطْبَتِهِ.

″Hutbenin durumu, konuşmayı yasaklaması hususunda, namazın durumu gibidir. Nasıl ki imam, bu âyeti namazında okuduğu zaman, cemaat Peygamber Efendimize salavat getirmiyorsa, o ayeti hutbede okumasında da durum aynıdır.″[37]

Mü’minlere nasihatten sonra veya önce, hutbenin Arapça olan kısmında dört halifeye, Ashâb-ı Kirâm’a ve bütün Müslümanlara duâ edilmektedir. Hatip burayı okurken, insanların ″Âmin″ diyerek konuşup hutbelerinin bozulmaması için ellerini kaldırmaz. Bu hususta Husayn Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

عَنْ عُمَارَةَ بْنِ رُؤَيْبَةَ قَالَ رَأَى بِشْرَ بْنَ مَرْوَانَ عَلَى الْمِنْبَرِ رَافِعًا يَدَيْهِ فَقَالَ قَبَّحَ اللّٰهُ هَاتَيْنِ الْيَدَيْنِ لَقَدْ رَأَيْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَا يَزِيدُ عَلَى أَنْ يَقُولَ بِيَدِهِ هَكَذَا وَأَشَارَ بِإِصْبَعِهِ الْمُسَبِّحَةِ (م عن حصين)

Umâra b. Rûveybe’den işittim, Bişr b. Mervan hutbe okuyordu. Duâ ederken ellerini kaldırınca Umâra şöyle dedi: ″Allah’u Teâlâ, senin o iki zayıf ve kısa ellerini kurutsun! Yemin ederim ki Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm, hutbe esnasında işâret parmağıyla işâretten başka bir ilavede bulunmazdı.″[38]

İmam-ı Âzam’a göre; bu hususlar, imam minberde olduğu müddetçe geçerlidir. Sâdece hutbenin iradı ile kayıtlı değildir. Bu durum hutbe ve Cumanın farzı sona erene kadar devam eder.[39] Bu sebepten imamın kametten sonra safları sık tutun gibi konuşma yapması kesinlikle doğru değildir. Hz. Osman, ″Safları sık tutun″ nasihatini hutbede iken söylerdi. Bu hususta Mâlik b. Ebî Âmir Radiyallâhu anhu’dan şöyle nakledilmiştir:

أَنَّ عُثْمَانَ بْنَ عَفَّانَ رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهُ كَانَ يَقُولُ فِي خُطْبَتِهِ قَلَّ مَا يَدَعُ ذَلِكَ اِذَا خَطَبَ اِذَا قَامَ الْإِمَامُ يَخْطُبُ يَوْمَ الْجُمُعَةِ فَاسْتَمِعُوا وَأَنْصِتُوا فَاِنَّ لِلْمُنْصِتِ الَّذِي لَا يَسْمَعُ مِنَ الْحَظِّ مِثْلَ مَا لِلْمُنْصِتِ السَّامِعِ فَاِذَا قَامَتْ الصَّلَاةُ فَاعْدِلُوا الصُّفُوفَ وَحَاذُوا بِالْمَنَاكِبِ فَإِنَّ اعْتِدَالَ الصُّفُوفِ مِنْ تَمَامِ الصَّلَاةِ (موطأ عن مالك بن ابى عامر)

Osman İbn-i Affan Radiyallâhu anhu, hutbesinde dâimâ şu sözleri söyler ve bunu söylemediği çok az olurdu: ″Cuma günü imam hutbe okurken, onu dinleyin ve susun! Duyamayıp da susan kişi, duyarak susan kişi gibi sevaptan pay alır. Namaza durulduğu zaman, safları düzeltin, omuzlarınızı birbirinin hizasına getirin! Çünkü safların düzeltilmesi namazın tamamındandır.″[40]

Hutbe dinleme adâbı hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

يَحْضُرُ الْجُمُعَةَ ثَلَاثَةُ نَفَرٍ رَجُلٌ حَضَرَهَا يَلْغُو وَهُوَ حَظُّهُ مِنْهَا وَرَجُلٌ حَضَرَهَا يَدْعُو فَهُوَ رَجُلٌ دَعَا اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ إِنْ شَاءَ أَعْطَاهُ وَإِنْ شَاءَ مَنَعَهُ وَرَجُلٌ حَضَرَهَا بِإِنْصَاتٍ وَسُكُوتٍ وَلَمْ يَتَخَطَّ رَقَبَةَ مُسْلِمٍ وَلَمْ يُؤْذِ أَحَدًا فَهِيَ كَفَّارَةٌ إِلَى الْجُمُعَةِ الَّتِي تَلِيهَا وَزِيَادَةِ ثَلَاثَةِ أَيَّامٍ وَذَلِكَ بِأَنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ يَقُولُ {مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا} (د عبد اللّٰه ابن عمرو)

″Cumaya üç çeşit insan gider: Biri gider, Cumaya katılır. Boş konuşma ve davranışlarda bulunur. Namazdan payı da bu konuşması olur. Biri gider herkesin yaptığı gibi normal olarak ibâdet edip duâda bulunur. Buna Allah’u Teâlâ isterse verir, isterse vermez. Bir adam da vardır ki Cumaya gider herhangi bir çirkin ve boş davranışta bulunmadan huşû içinde sükût ederek hutbeyi dinler, herhangi bir Müslümanın omzunu çiğnemez ve kimseye ezâ etmez. İşte onun bu namazı, gelecek Cumaya kadar, üç gün de fazlasıyla ona bir keffâret olur. Nitekim Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ″Bir iyilik yapan kimse için on misli mükâfat vardır.″ (Sûre-i En’am, Âyet 160).[41]

Yine bu hususta nakledildiğine göre; Hz. Ali Radiyallâhu anhu, Kûfe’de minberdeyken şöyle hitap etmiştir:

إِذَا كَانَ يَوْمُ الْجُمُعَةِ غَدَتْ الشَّيَاطِينُ بِرَايَاتِهَا إِلَى الْأَسْوَاقِ فَيَرْمُونَ النَّاسَ بِالتَّرَابِيثِ أَوْ الرَّبَائِثِ وَيُثَبِّطُونَهُمْ عَنْ الْجُمُعَةِ وَتَغْدُو الْمَلَائِكَةُ فَيَجْلِسُونَ عَلَى أَبْوَابِ الْمَسْجِدِ فَيَكْتُبُونَ الرَّجُلَ مِنْ سَاعَةٍ وَالرَّجُلَ مِنْ سَاعَتَيْنِ حَتَّى يَخْرُجَ الْإِمَامُ فَإِذَا جَلَسَ الرَّجُلُ مَجْلِسًا يَسْتَمْكِنُ فِيهِ مِنَ الِاسْتِمَاعِ وَالنَّظَرِ فَأَنْصَتَ وَلَمْ يَلْغُ كَانَ لَهُ كِفْلَانِ مِنْ أَجْرٍ فَإِنْ نَأَى وَجَلَسَ حَيْثُ لَا يَسْمَعُ فَأَنْصَتَ وَلَمْ يَلْغُ لَهُ كِفْلٌ مِنْ أَجْرٍ وَإِنْ جَلَسَ مَجْلِسًا يَسْتَمْكِنُ فِيهِ مِنَ الِاسْتِمَاعِ وَالنَّظَرِ فَلَغَا وَلَمْ يُنْصِتْ كَانَ لَهُ كِفْلٌ مِنْ وِزْرٍ وَمَنْ قَالَ يَوْمَ الْجُمُعَةِ لِصَاحِبِهِ صَهٍ فَقَدْ لَغَا وَمَنْ لَغَا فَلَيْسَ لَهُ فِي جُمُعَتِهِ تِلْكَ شَيْءٌ ثُمَّ يَقُولُ فِي آخِرِ ذَلِكَ سَمِعْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ ذَلِكَ (د عن مولى امراته ام عثمان)

″Cuma günü olduğu zaman, şeytanlar sancaklarıyla çarşılara giderler. İnsanlara türlü engeller çıkararak onları Cuma’ya geciktirirler. Melekler de erkenden gelip mescidin kapıları üstünde otururlar. Gelenleri öncelik sırasıyla yazarlar. İmam hutbeye çıkıncaya kadar bu böyle devam eder. Kişi bir yere ilişip oturur, hiçbir söz ve harekette bulunmadan, kemâl-i edep ve dikkatle hutbeyi dinlerse, iki kat mükâfat alır. Eğer hutbeyi duyamadığı uzak bir yere oturup da susarsa ve hiçbir söz ve davranışta bulunmazsa bir mükâfat alır. Duyabileceği ve dinleyebileceği bir yerde oturup da hutbeyi dinlemeden ve sükût etmeden konuşur veya bir şeyle meşgul olursa iki kat günaha girer. Duyamadığı bir yerde oturup, hutbeyi dinlemeden ve sükût etmeden konuşur ve bir şeyle meşgul olursa tek günah alır. Cuma günü imam hutbede iken konuşan arkadaşına, ″Sus!″ diyen de boş konuşmuş olur. Kim de böyle bir söz ve davranışta bulunursa, o gün Cumasından hiçbir sevap ve pay alamaz. Bunu bizzat Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’den duydum.″[42]

Yukarıda geçen Hadis-i Şerif’lere ve Ehl-i Sünnet ulemâsının verdiği fetvâlara göre; Cuma hutbesi farz namaz hükmünde olduğundan, hutbe okunurken hiçbir şekilde konuşulmaz. Namazda yapılmayan davranışlar hutbe okunurken yapılmaz. Hutbenin farziyeti susup dinlemek olduğu için namazdaki gibi oturup hiçbir şekilde konuşmadan hatibi dinlemelidir. Bu sebepten dolayı imamın yapmış olduğu duâlara ″Âmin″ denmesi veya imama iştirak edilmesi kesinlikle yanlıştır. Bu tür davranışlarda bulunanlar Cumanın sevabından mahrum kalır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ تَكَلَّمَ يَوْمَ الْجُمُعَةِ وَالْإِمَامُ يَخْطُبُ فَهُوَ كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا وَالَّذِي يَقُولُ لَهُ أَنْصِتْ لَيْسَ لَهُ جُمُعَةٌ (حم عن ابن عباس)

″Cuma günü imam hutbe okurken konuşan kimse, kitap taşıyan eşşek gibidir. Ona, ″Sus!″ diyenin de Cuması yoktur.″[43] İşte imam hutbeye çıktıktan sonra oradan inene kadar cemaatin hiçbir şekilde konuşmaması gerektiği net bir şekilde ifade edilmiştir.

Hutbenin Kısa Okunması:

Hutbeyi kısa okumak hutbenin sünnetlerin-dendir.[44] Bu hususta nakledilen Hadis-i Şerif’lerden bâzıları şöyledir:

Câbir b. Semure es-Suvâî Radiyallâhu anhu şöyle nakletmiştir:

لَا يُطِيلُ الْمَوْعِظَةَ يَوْمَ الْجُمُعَةِ اِنَّمَا هُنَّ كَلِمَاتٌ يَسِيرَاتٌ (د عن جابر بن سمرة السوائي)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Cuma günü öğüdü uzatmazdı, (söylediği sözler) birkaç kelimeden ibâretti.″[45]

Câbir b. Semure Radiyallâhu anhu’dan da şöyle nakledilmiştir:

كُنْتُ أُصَلِّي مَعَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَكَانَتْ صَلَاتُهُ قَصْدًا وَخُطْبَتُهُ قَصْدًا (م ن ت عن جابر بن سمرة)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraber namaz kılardım, onun hutbesi de namazı da orta uzunlukta olurdu.″[46]

Yine Berâ Radiyallâhu anhu’dan şöyle nakledilmiştir:

جَاءَ رَجُلٌ إِلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ عَلِّمْنِى عَمَلًا يَدْخُلْنِى الْجَنَّةَ فَقَالَ لَئِنْ كُنْتَ أَقْصَرْتَ الْخُطْبَةَ لَقَدْ أَعْرَضْتَ الْمَسْأَلَةَ (الدارقطنى فى سننه عن البراء)

Adamın biri Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek; ″Yâ Resûlallah! Beni Cennete koyacak bir ameli bana öğret″ dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de ona şu cevabı verdi; ″Hutbeyi kısa tutarsan, meseleyi arz etmiş olursun″[47]

Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ طُولَ صَلَاةِ الرَّجُلِ وَقِصَرَ خُطْبَتِهِ مَئِنَّةٌ مِنْ فِقْهِهِ فَأَطِيلُوا الصَّلَاةَ وَاقْصُرُوا الْخُطْبَةَ وَاِنَّ مِنْ الْبَيَانِ سِحْرًا (م عن عمار)

″Namazının uzun, hutbesinin kısa olması bir kimsenin anlayışlı bir din âlimi olduğunun alâmetidir. Artık namazı (cemaate ağır gelmeyecek şekilde) uzatın, hutbeyi de kısa okuyun. Gerçekten bâzı sözler, sihir gibi kalpleri etkiler.″[48]

Yukarıdaki Hadis-i Şerif’lerde hutbe âdabının nasıl olması gerektiği açık bir şekilde ifade edilmiştir. Ancak son zamanlarda bâzı imamların Suudi Arabistan’da yapılan uygulamaları güzel bir şey zannederek ülkemizde de aynı şekilde uygulamaya çalıştıkları görülmektedir. Meselâ; hadiste hutbede cemaatin konuşmaması gerektiği belirtilmişken, bunların cemaate selam vermesi, onlara ellerini açtırarak duaya iştirak ettirmesi ve bu şekilde cemaatin konuşmasına sebebiyet vermesi, yine hadiste hutbenin kısa tutulması, hatta hutbenin kılınan farz namazdan daha kısa tutulması gerektiği belirtilmişken, bunların hutbeyi kıldırdıkları farz namazdan dört beş kat daha fazla uzatmaları, yine namaz sonunda tesbihat yapılması hakkında çok sayıda hadis varken, bu tesbihatları yaptırmamaları gibi uygulamalardır.

Bu yapılanlar ise, Suudi Arabistan’daki Ehl-i Sünnet karşıtı olan vahhabilerin yaptıkları uygulamalardır. Diyanet görevlilerimizin, bu yanlış uygulamaları yapanlara karşı daha dikkatli ve duyarlı olmaları gerekir. Halkımız Ehl-i Sünnet görüşünde olduğu için Sünnet-i Resûlullah’a çok büyük önem ve saygı gösterirler.


[1] İmam Muhammed, Kitâb’ul-Asl, Beyrut, h. 1433, c. 1, s. 299-318; Mevsilî, Kitâb’ul-İhtiyâr, Dar’ul-Ma’rife, Beyrut, h. 1423, 1/109-113; Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, Dersaadet, h. 1312, c. 1, s. 121; İbrahim Halebi, Mültek’al-Ebhur, Dâr’ul-Beyrûtî, h. 1426, s. 132-135; Kudûri, Sahafiyye-i Osmâniyye Matbaası, h. 1317, s. 21; Hidâye Tercümesi, Kahraman Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, c. 1, s. 185-191 Serahsî, Mebsut, Mektebet’üş- Şâmile, c. 2, s. 310.

[2] Haleb-i Sağir, Dersaadet, h. 1312, s. 245; Fetâvayi Hindiyye, Mektebet’üş-Şâmile, c. 1, s. 144-146; İbn-i Âbidin, Red’ül-Muhtar, Mektebet’üş- Şâmile, c. 6, s. 39-70.

[3] Abdurrezzak es-San’ânî, Musannef, Ocak Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, Hadis No: 5175, 5177; Vehbe Zuhaylî, el-Fıkh’ul-İslâmiyyü ve Edilletuhû, Dâr’ul-Fikr, h. 1405, c. 2, s. 274.

[4] Mevsilî, Kitâb’ul-İhtiyâr, 1/111; Hakim eş-Şehid, Kâfi, Millet Genel Kütüphanesi, Feyzullah 922, El Yazması, s. 19-20.

[5] ″Ben″ ifadesinden maksat, İmam Muhammed’in kendisidir.

[6] İmam Muhammed, Kitâb’ul-Asl, c. 1, s. 299; Kitâb’ul-Asl Tercümesi (Osman Eskioğlu), s. 183.

[7] Fey’; Allah’ın yardımıyla Mü’minlerin kâfirlerden harp yapmadan aldığı mallardır. Kafirlerden alınan haraç ve cizye vergisi de bu kapsamdadır. Bu hâliyle fey’, ganîmetten farklıdır. Çünkü ganîmet, kâfirlerden savaşarak alınan mallardır. Bu husus Sûre-i Haşr, Âyet 6-10’da açıkça geçmektedir.

[8] Nasburrâye, Mektebet’üş-Şâmile, c. 7, s. 362; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, Mektebet’üş-Şâmile, c. 3, s. 47; Serahsî, Mebsut, c. 2, s. 316. Bu Hadis-i Şerif, İbn-i Mes’ud, İbn-i Abbas ve İbn-i Zübeyr Radiyallâhu anhum’dan da mevkuf ve merfû olarak; أَرْبَعٌ إلَى الْوُلَاةِ: الْحُدُودُ وَالصَّدَقَاتُ وَالْجُمُعَاتُ وَالْفَيْءُ ″Dört şey hükümdarlara aittir: Had, zekât, Cuma ve Fey’″ diye geçmektedir.

[9] Vehbe Zuhaylî, el-Fıkh’ul-İslâmiyyü ve Edilletuhû, c. 2, s. 274.

[10] Vehbe Zuhaylî, el-Fıkh’ul-İslâmiyyü ve Edilletuhû, c. 2, s. 274; Hadislerle Hanefi Fıkhı, c. 5, s. 474.

[11] Sahih-i Buhârî, Cuma 14; Sahih-i Müslim, Cuma 1 (6).

[12] Vehbe Zuhaylî, el-Fıkh’ul-İslâmiyyü ve Edilletuhû, c. 2, s. 275.

[13] Fetâvayi Hindiyye, c. 1, s. 145; İbn-i Âbidin, Red’ül-Muhtar, c. 6, s. 70.

[14] Sahih-i Buhârî, Îman 39, Büyû 2; Sahih-i Müslim, Müsâkat 107.

[15] İbn-i Âbidin, Red’ül-Muhtar, c. 6, s. 70.

[16] İbn-i Âbidin, Red’ül-Muhtar, c. 6, s. 71.

[17] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfat, c. 1, s. 122-123.

[18] Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmet’us-Salat 78.

[19] Haleb-i Sağir, s. 245.

[20] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 44/11; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 21212.

[21] Sahih-i Müslim, Fedâil’üs-Sahâbe 59 (230 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 7735, 9038.

[22] Burası, Ahmed Cevdet Paşa’nın ″Faideli Bilgiler″ adlı eserinden alınmıştır. İmam-ı Âzam ile ilgili geniş bilgi için bakınız: el-Kerderî, Menâkib’ul İmam Ebî Hanife Radiyallâhu anhu, Misvak Neşriyat, İstanbul, c. 1, s. 54-55.

[23] Sünen-i İbn-i Mace, Mukaddime 24.

[24] Kâsânî, Bedâî, Mektebet’üş-Şâmile, c. 3, s. 130; Sünen-i Tirmizî, Cuma 24.

[25] Taberânî, Mu’cem’ul-Evsat, Hadis No: 7954; Abdurrezzak es-Sanâ’nî, Musannef, Hadis No: 5195; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 2066. Bâzı Hadis-i Şerif’lerde, ″Burada geçen duâ ifadesini üç defa söylerse″ diye geçmektedir. Yine bakınız: Sünen-i Tirmizî, Daavât 61; Sünen-i Ebû Dâvud, Vitir 26.

[26] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21374; Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmet’üs-Salât 32; Sahih-i Müslim, Mesâcid 26 (135 Râmûz’ul-Ehâdîs, 527/14.

[27] Sahih-i Müslim, Mesâcid 26 (142).

[28] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 123.

[29] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 44/11; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 21212.

[30] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 277/5.

[31] İbn-i Âbidin, Red’ul-Muhtar, c. 6, s. 80; İbn-i Âbidin, Tercüme ve Şerhi, Şamil Yayınevi, İstanbul, c. 3, s. 311.

[32] Kâsânî, Bedâî, Mektebet’üş-Şâmile, c. 3, s. 29; Mevsilî, Kitâb’ul-İhtiyâr, 1/110; Hadislerle Hanefi Fıkhı, Misvak Neşriyat, İstanbul, c. 5, s. 519.

[33] Vehbe Zuhaylî, el-Fıkh’ul-İslâmiyyü ve Edilletuhû, c. 2, s. 283.

[34] Fetavâyi Hindiyye Tercümesi, Akçağ Yayınları, Ankara, 2. Baskı, c. 1, s. 490.

[35] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 75; Fetavâyi Hindiyye Tercümesi, c. 1, s. 491.

[36] İmam Muhammed, Kitâb’ul-Asl Tercümesi (Osman Eskioğlu), s. 185.

[37] Serahsî, Mebsut, c. 2, s. 327.

[38] Sahih-i Müslim, Cuma 13 (53 Sünen-i Tirmizî, Cuma 19.

[39] Sünen-i Ebû Dâvud, Tercüme ve Şerhi, c. 4, s. 221.

[40] İmam Mâlik, Cuma 8; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 1894.

[41] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 240.

[42] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 222; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 1844.

[43] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1929.

[44] Fetavâyi Hindiyye Tercümesi, c. 1, s. 489.

[45] Cem’ul-Fevâid, Rudâni, Hadis No: 1885; Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 135.

[46] Sahih-i Müslim, Cuma 13; Sünen-i Tirmizî, Cuma 12.

[47] Mevsilî, Kitâb’ul-İhtiyâr, 1/110; Sünen-i Dârekutnî, Zekat 20, Hadis No: 2079.

[48] Kütüb-i Sitte, Hadis No: 2874; Sahih-i Müslim, Cuma 14 (47 Ahmed b. Hanbel, Hadis No: 17598.


.