MUSKA TAKMANIN ŞİRK OLDUĞUNU SÖYLEYENLERE:

Muska sözlükte ″Yazılı şey″ anlamına gelen Arapça ″nüsha″ kelimesinin Türkçeleşmiş halidir. Muska, genellikle bir hastalıktan veya sıkıntıdan korunmak amacıyla âyet veya duâ yazılarak taşınır. İslâm’a göre nazar, korku ve benzeri bazı hastalıklar için âyet, duâ okuyup üflemek ve bunları kâğıda yazıp muska olarak taşımak câizdir ve inanıp güvenen kimseye de Allah’ın izniyle fayda verir. Muska diye içerisine anlaşılmayan sözler, simgeler, yıldız işaretleri, rakamlar, rumuz ve semboller, insan ve hayvan resimleri ile garip harf ve şekillerin yazılıp çizilmesi kesinlikle câiz değildir. Bunlar sihir tarzında olan şeylerdir. Bu şekilde yapılan muskanın İslâm’da yeri yoktur.

Muska takmanın şirk olduğunu söyleyenler özellikle şu Hadis-i Şerif’i çarpıtarak Ehl-i Sünnet inancında olan Müslümanların şirke girdiğini iddia etmektedirler.

Ukbe b. Âmir Radiyallâhu anhu’dan nakledildiğine göre Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ تَعَلَّقَ تَمِيمَةً فَلَا أَتَمَّ اللَّهُ لَهُ وَمَنْ تَعَلَّقَ وَدَعَةً فَلَا وَدَعَ اللَّهُ لَهُ (حم عقبة بن عامر)

″Kim bir temime takarsa Allah onun hiçbir işini tamamlamasın. Kim böyle bir şey takarsa Allah ona rahatlık ve huzur vermesin.″[1]

Vehhabiler Kur’ân âyetlerini çarpıttıkları gibi, aynı şekilde hadisleri de kasıtlı olarak çarpıtıp Müslümanları Ehl-i Sünnet inancından uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar. Vahhabiler bu hadiste geçen temime kelimesine, muska ve nazar boncuğu diye mânâ vererek bunları yapan Ehl-i Sünnet toplumunu şirke girerek kâfir olmakla itham etmektedirler. Halbuki bu hususta Hanefi âlimi olan Sindî Rahimehullah şöyle demiştir:

قَالَ السِّنْدِيُّ الْمُرَادُ تَمَائِمُ الْجَاهِلِيَّةِ مِثْلُ الْخَرَزَاتِ وَأَظْفَارِ السِّبَاعِ وَعِظَامِهَا وَأَمَّا مَا يَكُونُ بِالْقُرْآنِ وَالْأَسْمَاءِ الْإِلَهِيَّةِ فَهُوَ خَارِجٌ عَنْ هَذَا الْحُكْمِ بَلْ هُوَ جَائِزٌ

″Burada kastedilen temime, yırtıcı hayvan tırnakları ve kemikleri gibi câhiliyye temimeleridir. Kur’ân ve esmâ-i ilâhiyye ile yapılanlar ise bu hükmün dışındadır, câizdir.″[2]

Görüldüğü üzere bu Hadis-i Şerif aslında müşriklerin yaptığı batıl bir uygulamadan bahsetmektedir. Bu husus aynı Sahabeden nakledildiğine göre başka bir Hadis-i Şerif’te de şöyle geçmektedir:

أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَقْبَلَ إِلَيْهِ رَهْطٌ فَبَايَعَ تِسْعَةً وَأَمْسَكَ عَنْ وَاحِدٍ فَقَالُوا يَا رَسُولَ اللَّهِ بَايَعْتَ تِسْعَةً وَتَرَكْتَ هَذَا قَالَ إِنَّ عَلَيْهِ تَمِيمَةً فَأَدْخَلَ يَدَهُ فَقَطَعَهَا فَبَايَعَهُ وَقَالَ مَنْ عَلَّقَ تَمِيمَةً فَقَدْ أَشْرَكَ(حم عقبة بن عامر الجهنى)

Resûlullah Sallallahu aleyhi ve sellem'in yanına gelerek dokuz kişi ona biat etti, ama birini esirgedi. ″Yâ Resulullah, sen dokuz kişiye biat verdin, bir kişiyi bıraktın″ dediler. O da dedi ki: Onun üzerinde bir temime vardı, elini (adamın koynuna) sokup onu kesti ve sonra biatini kabul etti ve şöyle buyurdu ″Kim bir temime takarsa şirk işlemiş olur.″[3]

Bu Hadis-i Şerif’lerde geçen temimenin; müşriklerin yani İslâm dışı olan kimselerin yaptığı bir uygulama olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü o zamanda Peygamber Efendimiz biatı, Müslüman olacak kişilerden alıyordu. (Mümtehine/12) Bu hadiste bahsedilen ve ilkinde biatı verilmeyen kişinin, henüz İslâm’ı bilmediği için, koynunda temime taşıdığı anlaşılmaktadır. Yoksa Müslümanların boyunlarında yasaklanmış bir şeyi taşıması söz konusu olamazdı. Dolayısıyla hadiste yasaklanan temimenin, Müslümanların üzerlerinde taşıdıkları muska ile bir alakası olmadığı açıktır.

Hadisler birbiri ile çelişmez. Sahabe-i Kiram da hadislerde yasaklanan, sünnete aykırı olan bir işi asla yapmazlar. Ashab Efendilerimiz, Kurân âyetlerini veya Resûlullah Efendimizden öğrendikleri bir duâyı muska yapıp boyunlarına takmışlardır. Bu husus Abdullah İbn-i Amr Radiyallâhu anhu’dan şöyle nakledilmiştir:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُعَلِّمُنَا كَلِمَاتٍ نَقُولُهُنَّ عِنْدَ النَّوْمِ مِنَ الْفَزَعِ بِسْمِ اللّٰهِ أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللّٰهِ التَّامَّاتِ مِنْ غَضَبِهِ وَعِقَابِهِ وَشَرِّ عِبَادِهِ وَمِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَنْ يَحْضُرُونِ قَالَ فَكَانَ عَبْدُ اللّٰهِ بْنُ عَمْرٍو يُعَلِّمُهَا مَنْ بَلَغَ مِنْ وَلَدِهِ أَنْ يَقُولَهَا عِنْدَ نَوْمِهِ وَمَنْ كَانَ مِنْهُمْ صَغِيرًا لَا يَعْقِلُ أَنْ يَحْفَظَهَا كَتَبَهَا لَهُ فَعَلَّقَهَا فِي عُنُقِهِ (حم ت د عن ابن عمرو)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem uyku sırasında korkudan korunmak üzere söylediği şu kelimeleri bize öğretirdi: ″Bismillâhi, Allah’ın gazabından, ikâbından, kulların şerrinden ve şeytanın vesveselerinden ve etrafımda dolaşmalarından Allah’ın eksiksiz kelimeleri ile Allah’a sığınırım.″ Râvî der ki: Abdullah İbn-i Amr Radiyallâhu anhu; bâliğ olmuş, erişkin çocuklarına yatmadan önce, okumaları için, onlara bunu öğretirdi. Çocuklarından küçük olup da ezberleyemeyenler içinse bu kelimeleri yazar ve onun boynuna asardı.[4]

Buradan da anlaşıldığı üzere Peygamber Efendimiz tarafından yasaklanan temime, câiz görülüp insanlara fayda sağlayan âyet ve duâlardan oluşan muska ile aynı anlamda olsaydı, Sahabe-i Kiram kendi çocuklarına bunu aslâ takmazlardı. Dolayısıyla hadiste geçen yasaklamanın, müşriklerin yaptığı İslâm dışı bir uygulamayla alakalı olduğu çok açıktır. Peygamber Efendimiz bu sapkın adetleri ortadan kaldırmıştır. Yoksa okunması tavsiye edilen bir âyeti veya duâyı kişinin üzerinde taşıması gibi uygulamalar asla yasaklanmamıştır. Öyle ki bu uygulamalar bütün İslam coğrafyasında yaygın olarak kullanılmakta ve yerleşmiştir. Günümüze kadar hiçbir İslam âlimi de buna karşı çıkmamıştır. Aksine aşağıda izah edileceği üzere tüm Ehl-i Sünnet ulemâsı bu muskanın câiz olduğunu söylemişlerdir. Resûlullah Efendimiz Hadis-i Şerif’inde:

إِنَّ أَصْحَابِي بِمَنْزِلَةِ النُّجُومِ فِي السَّمَاءِفَأَيُّهَا أَخَذْتُمْبِهِاهْتَدَيْتُمْ(ق في المدخل وابو نصر السجزى في الابانة والخطيب وابن عساكر والديلمي عن سليمان ابن أبى كريمة عن الضحاك عن ابن عباس)

″Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir. Herhangi birinin sözünü alsanız hidâyet bulursunuz″[5] diye buyurmaktadır. Ashab-ı Kiram, Peygamber Efendimizden görmedikleri hiçbir şeyi yapmazlar. Vehhabiler, Ehl-i Sünnet inancına zarar vermek kastıyla muska takmayı şirkmiş gibi göstermeye çalışırken aslında, Sahebe-i Kiram Efendilerimizi, hattâ Resulullah Efendimizi dahi hâşâ şirke girmekle itham etmiş olmaktadırlar. Halbuki Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ümmetinin kıyâmete kadar müşrikler gibi şirke girmeyeceğini şöyle haber vermiştir:

أَيّهَا النّاسُ فَإِنّ الشّيْطَانَ قَدْ يَئِسَ مِنْ أَنْ يُعْبَدَ بِأَرْضِكُمْ هَذِهِ أَبَدًا وَلَكِنّهُ إنْ يُطَعْ فِيمَا سِوَى ذَلِكَ فَقَدْ رَضِيَ بِهِ بِمَا تُحَقّرُونَ مِنْ أَعْمَالِكُمْ فَاحْذَرُوهُ عَلَى دِينِكُمْ (سيرة ابن هشام عن ابن اسحاق)

″Ey insanlar! Bugün şeytan, sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hâkimiyetini kurmak gücünü ebedî sûrette kaybetmiştir (sizi şirke düşürüp sizin üzerinize hâkimiyet kuramaz). Fakat siz, bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dîninizi korumak için bunlardan da sakının.″[6]

Yine bu hususta Ubade b. Nusay Hazretleri de Şeddâd İbn-i Evs Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

Şeddâd İbn-i Evs Radiyallâhu anhu, ağlamış. Seni ağlatan nedir? denildiğinde de, ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den duyduğum şu sözdür″ diyerek, onu hatırladığım için ağladım, demiş. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

أَتَخَوَّفُ عَلَى أُمَّتِي الشِّرْكَ وَالشَّهْوَةَ الْخَفِيَّةَ قَالَ قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَتُشْرِكُ أُمَّتُكَ مِنْ بَعْدِكَ قَالَ نَعَمْ أَمَا إِنَّهُمْ لَا يَعْبُدُونَ شَمْسًا وَلَا قَمَرًا وَلَا حَجَرًا وَلَا وَثَنًا وَلَكِنْ يُرَاءُونَ بِأَعْمَالِهِمْ وَالشَّهْوَةُ الْخَفِيَّةُ أَنْ يُصْبِحَ أَحَدُهُمْ صَائِمًا فَتَعْرِضُ لَهُ شَهْوَةٌ مِنْ شَهَوَاتِهِ فَيَتْرُكُ صَوْمَهُ (حم عن شداد بن اوس)

″Ümmetimin şirke ve gizli şehvete düşmesinden korkuyorum.″ Ben dedim ki: ″Yâ Resûlallah! Ümmetin senden sonra şirke düşer mi?″ ″Evet″ buyurdu. Elbette ki onlar, aya veya güneşe, taşa veya puta tapmazlar. Ancak amellerini gösteriş için yaparlar. Gizli şehvet ise, bir kişinin sabahleyin oruç tutup, isteği baskın gelince şehveti için orucunu terk etmesidir.″[7]

Yine Abdullah b. Mes’ud’un hanımı Zeyneb’den, onun şöyle dedi­ği rivayet olunmuştur:

عَنْ عَبْدِ اللَّهِ قَالَ سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ إِنَّ الرُّقَى وَالتَّمَائِمَ وَالتِّوَلَةَ شِرْكٌ قَالَتْ قُلْتُ لِمَ تَقُولُ هَذَا وَاللَّهِ لَقَدْ كَانَتْ عَيْنِي تَقْذِفُ وَكُنْتُ أَخْتَلِفُ إِلَى فُلَانٍ الْيَهُودِيِّ يَرْقِينِي فَإِذَا رَقَانِي سَكَنَتْ فَقَالَ عَبْدُ اللَّهِ إِنَّمَا ذَاكَ عَمَلُ الشَّيْطَانِ كَانَ يَنْخُسُهَا بِيَدِهِ فَإِذَا رَقَاهَا كَفَّ عَنْهَا إِنَّمَا كَانَ يَكْفِيكِ أَنْ تَقُولِي كَمَا كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ أَذْهِبْ الْبَأْسَ رَبَّ النَّاسِ اشْفِ أَنْتَ الشَّافِي لَا شِفَاءَ إِلَّا شِفَاؤُكَ شِفَاءً لَا يُغَادِرُ سَقَمًا (د عن زينب امرأة عبد الله عبد الله بن مسعود)

Abdullah b. Mes’ud: Ben Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i (içerisinde sihre ya da küfre ihtimali bulunan anlaşılmaz sözlerle) rukye ile hasta te­davi etmek, temime takmak ve tivele şirktir″ buyururken işittim, dedi.

Zeyneb, sözlerine devamla dedi ki:

Bunun üzerine ben Abdullah’a dönerek; ″Acaba Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bunu niçin söylüyor? Vallâhi, benim gözüm (bir ağrıdan dolayı) çapaklanıyordu da ben tedavi için falanca yahudiye gidip geliyordum, o da bana rukye yapıyordu. Bu sayede gözümün ağrısı dindi″ dedim.

Abdullah da şöyle cevap verdi:

Bu şeytanın işinden başka bir şey değildir. (Şeytan seni buna inan­dırmak için senin) gözünü eliyle devamlı dürtüyor (ve onu ağrıtıyor). Sen (yahudinin yanına varıp da yahudi senin) gözüne rukye yapınca (şey­tan elini) gözünden çekiyor. Oysa senin sadece Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in de­diği gibi; ″Ey tüm insanların Rabbi olan Allah'ım! Benden bu sıkıntıyı gider, (yegâne) şifâ verici Sensin. Senin şifandan başka şifâ yoktur. Bana hiç hastalık bırakmayacak bir şifâ ver″ diyerek duâ etmen sa­na yeter.″[8]

Hadiste geçen ″Rukye″: Kendisiyle korunulacak şey, büyü, sihir, üfleme, tükürmek anlamlarına gelir. Farsçada rukyeye efsûn denir. Kendisine nazar değen kişiye okunup suyu içirildiği veya bu su ile banyo yaptırıldığı için bu ismi almıştır. İbn-i Esîr rukyeyi şöyle tarif etmistir: ″Hastanın şifâ bulmak için kendisiyle ilticâda bulunduğu efsundur.″ Diğer bir tanıma göre ise rukye; okuyup, üflemek, tükürmek ve üzerinde taşımak demektir. Şifâ ümidiyle duâ oku­maya da ″rukye″ denir. Şifâ ümidiyle, Kur’ân âyetlerini, Al­lah’u Teâlâ’nın isimlerini ve Peygamber Efendimizin öğrettiği duâları ve bunlardan alınan ilhamla yazılan duâ ve münacatları okumanın câiz olduğu hususunda İslâm âlimlerinin ittifakı vardır. Ancak tedavi maksadıyla bunlardan başka şeyleri okumak veya yazmak özellikle iç­lerinde mânâsı anlaşılmaz kelimeler bulunan sözleri okumak haramdır. Çünkü bu sözlerin sihir için kullanılan sözler olması ihtimali bulunduğu gibi onla­rın bir takım putların veya şeytanların ismi ya da küfür ifade eden sözler olması ihtimali de vardır.[9]

Hadiste geçen ″Tivele″: Karı ile kocanın arasında bir sevginin doğması ümidiyle okunan bir takım sihirli sözlerdir. Bunlar ya ipler üzerine okunur yahut da kâğıt üzerine yazılarak ve bir takım işlemlerden sonra gayeye erişmeye çalışılır.[10] Hadis-i Şerif’te bunu yapmanın şirk olduğu söylenmektedir.

İbn-i Mes’ud’un haber verdiği bu hadiste Resulullah Efendimizin yasakladığı rukye; içerisinde putların, şeytanların isimleri, kelime-i küfür ve bunlar gibi şer’an câiz olmayan ifadelerin bulunduğu rukyelerdir. Bir takım mânâsı bilinmeyen şeylerin yazılması da bu türdendir. Genellikle çocukların boynuna asılan tılsımlar ya da boncuklar ile bir takım sözlerin okunarak düğümlenen ipler de aynıdır. Bunların hepsi şer’an batıldır. Ancak içinde Allah’u Teâlâ’nın isimlerinin, Kur’ân ayetlerinin ve hadislerde nakledilmiş olan duâların yazılmış olanların bunlardan ayrı tutulması gerekir.″[11]

Zaten söz konusu hadise bakıldığında İbn-i Mes’ud’un bu konudaki uyarılarının sebebi de karısının bir yahudiye gözünün ağrıması sebebiyle yaptırdığı bir rukyeden bahsetmesidir. Dolayısıyla İbn-i Mes’ud’un tepkisinin sebebi yukarıda bahsedilen gayr-i meşrû olan hatta büyük günahlar arasında sayılan sihir, büyü, tılsım gibi işlerdir.

Buhârî’de rukye yapılmaması yönündeki ihtar, şer’ân bâtıl olan sihir ve büyü tarzında olan rukyelerdir. Çünkü hadisler birbiri ile çelişmez. Bizim bahsettiğimiz ise, Allah’ın zikrinin olduğu şer’î olan rukyelerdir. Bu rukyelerin yapılmasının câiz olduğu hattâ sünnet olduğuna dair aşağıda yazıldığı gibi çok sayıda Hadis-i şerif vardır. Yasaklanan bu rukye de İbn-i Abbâs Radiyallâhu anhumâ’dan şöyle nakledilmiştir:

خَرَجَ عَلَيْنَا النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَوْمًا فَقَالَ عُرِضَتْ عَلَيَّ الْأُمَمُ فَجَعَلَ يَمُرُّ النَّبِيُّ مَعَهُ الرَّجُلُ وَالنَّبِيُّ مَعَهُ الرَّجُلَانِ وَالنَّبِيُّ مَعَهُ الرَّهْطُ وَالنَّبِيُّ لَيْسَ مَعَهُ أَحَدٌ وَرَأَيْتُ سَوَادًا كَثِيرًا سَدَّ الْأُفُقَ فَرَجَوْتُ أَنْ تَكُونَ أُمَّتِي فَقِيلَ هَذَا مُوسَى وَقَوْمُهُ ثُمَّ قِيلَ لِي انْظُرْ فَرَأَيْتُ سَوَادًا كَثِيرًا سَدَّ الْأُفُقَ فَقِيلَ لِي انْظُرْ هَكَذَا وَهَكَذَا فَرَأَيْتُ سَوَادًا كَثِيرًا سَدَّ الْأُفُقَ فَقِيلَ هَؤُلَاءِ أُمَّتُكَ وَمَعَ هَؤُلَاءِ سَبْعُونَ أَلْفًا يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ بِغَيْرِ حِسَابٍ فَتَفَرَّقَ النَّاسُ وَلَمْ يُبَيَّنْ لَهُمْ فَتَذَاكَرَ أَصْحَابُ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالُوا أَمَّا نَحْنُ فَوُلِدْنَا فِي الشِّرْكِ وَلَكِنَّا آمَنَّا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَلَكِنْ هَؤُلَاءِ هُمْ أَبْنَاؤُنَا فَبَلَغَ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ هُمْ الَّذِينَ لَا يَتَطَيَّرُونَ وَلَا يَسْتَرْقُونَ وَلَا يَكْتَوُونَ وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ فَقَامَ عُكَّاشَةُ بْنُ مِحْصَنٍ فَقَالَ أَمِنْهُمْ أَنَا يَا رَسُولَ اللَّهِ قَالَ نَعَمْ فَقَامَ آخَرُ فَقَالَ أَمِنْهُمْ أَنَا فَقَالَ سَبَقَكَ بِهَا عُكَاشَةُ (خ عن ابن عباس)

Bir gün Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem bizim yanımıza çıktı da şöyle buyurdu: Bana bütün ümmetler arz olunup gösterildi: Bir Peygamber beraberinde bir kişi ile, bir Peygam­ber yanında iki kişi ile, bir peygamber beraberinde bir topluluk ile geçmeğe başladılar. Bir Peygamber de yanında hiçbir kimse gelme­yerek geçti. Ben uzakta ufku kapatmış kalabalık bir karaltı gördüm de bunun benim ümmetim olmasını ümit ettim. Bana:

—Bu, Mûsâ Peygamberle kavmidir, denildi. Sonra bana:

—Şu tarafa bak! denildi.

Ben orada da ufku kapatmış çok bir karaltı gördüm. Bana yi­ne:

—Şu tarafa ve şu tarafa bak! denildi.

Ben o taraflarda da ufku kaplamış çok büyük bir karaltı gör­düm. Bana:

— İşte bunlar senin ümmetindir. Bunların beraberinde yetmiş bin kişi vardır ki, bunlar hesaba çekilmeksizin Cennete girerler, de­nildi.

Peygamber Efendimiz (sonra odasına girdi ve) Cennete hesapsız girecekle­rin vasıflarını insanlara beyân etmeden insanlar da dağıldı. Peygam­berimizin sahâbîleri kendi aralarında şöyle müzâkereye giriştiler:

— Bizlere gelince, bizler şirk içinde doğduk, lâkin bizler Allah’a ve Rasûlüne îmân ettik (bu sebeble cennete gireriz). Lâkin şu hesapsız cennete girecek olan bahtiyarlar bizim (İslâm içinde doğan) oğullarımızdır, dediler.

Bu münazara Peygamber Efendimize ulaştığında (dışarı çıkıp):

—Cennete hesaba çekilmeksizin girecek olanlar şu Mü’minlerdir ki, onlar eşyada uğursuzluk olduğunu kabul etmezler, rukye yapmazlar, şifânın (Allah’tan olduğuna inanırlar) dağlamaktan oldu­ğuna inanmazlar ve her hususta Rabblerine dayanıp güvenirler, bu­yurdu.

Bunun üzerine Ukkâşe İbn-i Mıhsan ayağa kalktı da:

—Ben onlardan mıyım Yâ Rasûlallah? dedi. Rasûlullah:

—Evet onlardansın, buyurdu. Akabinde bir başkası ayağa kalktı da:

—Ben de onlardan mıyım? dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:

—Bu hususta Ukkâşe senin önüne geçti, buyurdu.[12]

Câhiliyye adetlerinden şirk olabilecek bir şey olmadıktan sonra, şifanın Allah’tan olduğuna inanarak okuyup üfleme suretiyle şifâ aramakta bir sakıncanın olmadığı şu Hadis-i Şerif’te açıkça beyan edilmiştir:

Avf b. Mâlik Radiyallâhu anhu’dan rivâyet edilen Hadis-i Şerif’te, Avf b. Malik Radiyallâhu anhu şöyle anlatıyor:

كُنَّا نَرْقِي فِي الْجَاهِلِيَّةِ فَقُلْنَا يَا رَسُولَ اللَّهِ كَيْفَ تَرَى فِي ذَلِكَ فَقَالَ اعْرِضُوا عَلَيَّ رُقَاكُمْ لَا بَأْسَ بِالرُّقَى مَا لَمْ تَكُنْ شِرْكًا (د عن عوف بن مالك)

Biz câhiliye döneminde rukye ile hastaları tedâvi ederdik. (bir gün):

- Yâ Resûlullah! Bu hususta ne buyurursunuz? dedik.

- Bana rukyenizi gösterin. İçerisinde şirk olmadıkça, rukye yapmanızda bir sakınca yoktur, buyurdu.[13]

Câbir Radiyallâhu anhu da şöyle anlatmıştır:

كَانَ لِي خَالٌ يَرْقِي مِنْ الْعَقْرَبِ فَنَهَى رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ الرُّقَى قَالَ فَأَتَاهُ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللَّهِ إِنَّكَ نَهَيْتَ عَنْ الرُّقَى وَأَنَا أَرْقِي مِنْ الْعَقْرَبِ فَقَالَ مَنْ اسْتَطَاعَ مِنْكُمْ أَنْ يَنْفَعَ أَخَاهُ فَلْيَفْعَلْ (م عن جابر)

Benim bir dayım vardı. Akrebe karşı rukye yapardı. Derken ResûlullahSallallâhu aleyhi ve sellemrukyeyi yasak etti. Müteakiben ona gelerek:

— YâResûlallah! Gerçekten Sen rukyeyi yasak ettin, ama ben akrebe karşı rukye yapıyorum, dedi. Bunun üzerine:

— Sizden her kim din kardeşine fayda verebilirse bunu yapsın! buyurdu.[14]

Bu Hadis-i Şeriflerden anlaşıldığı üzere, Ashabın İslâm’a girmezden önce yaptığı rukyelerin âyete ve hadise dayalı bir uygulama olmadığı açıktır. Şirke girmeyecek, insanları günaha sevketmeyecek ve insanlara fayda sağlayacak türden herhangi bir işlemin yapılmasına bu hadislerde Resûlullah Efendimiz izin vermiştir. Bundan anlaşılan odur ki; örfî olarak iğde ağacı dalı, karaçalı dalı, şep, nazar boncuğu, bahçe ve tarlalara asılan şeyler vs. insanlara fayda sağladığı görülen bu türden eşyaların kullanmasında da bir sakınca yoktur. Bu husus ″Fetevâyi Hindiyye″ adlı kitapta şöyle geçmektedir: ″Örf olarak, ekin ve bostan tarlalarına (hayvan) kafa kemiklerini göz değmesin diye koymakta bir sakınca yoktur. Fetevayi Kadıhan’da da böyledir.″[15]

Bu konuda İbn-i Şihâb şunları söylemiştir: Duydum ki, ulemâdan bazı kimseler: Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellemMedîne’ye gelinceye kadar rukyeyi yasak etmişti. O zamanlar rukyede birçok şirk sözleri bulunurdu. Medîne’ye geldiği vakit Ashabından bir zâtı zehirli hayvan soktu. Ashab: YâResûlallah! Hazm oğulları zehire karşı rukye yaparlardı. Sen rukyeyi yasak edince onlar da bıraktı, dediler. Bunun üzerinePeygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

Bana Ümâre’yi çağırın!dedi. Ümâre, Bedir gazasına iştirak etmişti.Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:

Bana rukyeni göster!dedi. O da rukyesini arzetti.Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellemonda bir beis görmeyerek izin verdi, demişlerdir.

Bu husus Müslim’de Câbir Radiyallâhu anhu’dan şöyle nakledilmiştir:

رَخَّصَ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لِآلِ حَزْمٍ فِي رُقْيَةِ الْحَيَّةِ وَقَالَ لِأَسْمَاءَ بِنْتِ عُمَيْسٍ مَا لِي أَرَى أَجْسَامَ بَنِي أَخِي ضَارِعَةً تُصِيبُهُمْ الْحَاجَةُ قَالَتْ لَا وَلَكِنْ الْعَيْنُ تُسْرِعُ إِلَيْهِمْ قَالَ ارْقِيهِمْ قَالَتْ فَعَرَضْتُ عَلَيْهِ فَقَالَ ارْقِيهِمْ (م عن جابر)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Hazm sülâlesine yılan ısırmasına ruye yapmak hususunda ruhsat verdi. Esmâ bint-i Umeys’e de: ″Kardeşim Câfer’in oğullarının vücutlarını niye zayıf ve naîf olarak görüyorum, acaba onlara açlık hâceti mi isâbet ediyor?″ diye sordu. Esmâ: ″Hayır, onlar aç değillerdir. Lâkin onlara süratle göz değmesi isâbet ediyor″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Onlara rukye yap″ buyurdu. Esmâ dedi ki: Ben müteakiben rukyeyi Resûlullah’a arz ettim de, kendisi bana: ″Onlara rukye yap″ buyurdu.[16]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir Hadis-i Şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

اسْتَرْقُوا لَهَا فَإِنَّهُ لَوْ سَبَقَ شَيْءٌ الْقَدَرَ لَسَبَقَتْهُ الْعَيْنُ (موطأ عن حميد بن قيس المكى)

″Özelliği bulunan duâları okuyarak kendinize rukye yapın. Kadere tesir edecek bir şey varsa, o da göz değmesidir.″[17]

Bu rivâyetler zikredilen dertlere karşı rukye yapmanın sünnet olduğuna delildirler.[18] Ulemânın beyânına göre rukye; manevî bir tedâvi idi. Herhangi bir hastalıktan dolayı halk ağzı dualı salih ve takva sahibi zevata müracaat eder, kendilerini onlara okutmakla şifâ ararlardı. İmam Kurtubî hazretleri de, Kelâmullah ve esmâsı ile rukyeyi câiz görmüştür. Eğer Peygamberimiz ve Sahabeden naklolunan te’sirli duâlar ise müstehabdır, demiştir.[19]

Bu hususta İmam Şâfii’nin, el-Umm adlı eserinde Rebi’den şöyle rivâyet edilmiştir:

سألت الشافعي عن الرقية فقال لا بأس أن يرقى الرجل بكتاب الله وما يعرف من ذكر الله

İmam-ı Şâfii’ye rukyeyi sordum. Allah’u Teâlâ’nın kitabından ve zikrinden bilinenler ile rukye yapmakta sakınca yoktur, buyurdu.[20] Hasan-ı Basri, İmam Mücâhid gibi İslâm âlimleri Kur’ân-ı Kerim’den âyet-i kerîmeleri bir kap içine yazıp, yıkanıp, hastaya içirmekte mahsur olmadığını belirtmişlerdir.[21]

وَالْمُرَادُ مِنَ التَّمِيمَةِ مَا كَانَ مِنْ تَمَائِمِ الْجَاهِلِيَّةِ وَرُقَاهَا فَإِنَّ الْقِسْمَ الَّذِي يَخْتَصُّ بِأَسْمَاءِ اللَّهِ تَعَالَى وَكَلِمَاتِهِ غَيْرُ دَاخِلٍ فِي جُمْلَتِهِ. قَالَ السِّنْدِيُّ الْمُرَادُ تَمَائِمُ الْجَاهِلِيَّةِ مِثْلُ الْخَرَزَاتِ وَأَظْفَارِ السِّبَاعِ وَعِظَامِهَا وَأَمَّا مَا يَكُونُ بِالْقُرْآنِ وَالْأَسْمَاءِ الْإِلَهِيَّةِ فَهُوَ خَارِجٌ عَنْ هَذَا الْحُكْمِ بَلْ هُوَ جَائِزٌ

(Hadiste geçen) ″Temime″ ile kastedilen de; câhiliyye temimeleri ve rukyeleridir. Allah’ın isimlerinin ve âyetlerinin yazılı olduğu rukyeler bu gruba dahil değildir. (Bu hususta Hanefi âlimi olan) Sindî Rahimehullah şöyle demiştir: ″Burada kastedilen temime, yırtıcı hayvan tırnakları ve kemikleri gibi câhiliyye temimeleridir. Kur’ân ve esmâ-i ilâhiyye ile yapılanlar ise bu hükmün dışındadır, câizdir.″[22] Fıkıh âlimlerimiz böyle demişlerdir.[23] Redd’ül-Muhtyar’da böyle denilmiştir.[24]

Bu hususta Şâfii âlimlerinden İbn-i Hacer de Buhârî şerhinde şöyle buyurmuştur:

هَذَا كُلّه فِي تَعْلِيق التَّمَائِم وَغَيْرهَا مِمَّا لَيْسَ فِيهِ قُرْآن وَنَحْوه فَأَمَّا مَا فِيهِ ذِكْر اللَّه فَلَا نَهْي فِيهِ فَإِنَّهُ إِنَّمَا يُجْعَل لِلتَّبَرُّكِ بِهِ وَالتَّعَوُّذ بِأَسْمَائِهِ وَذِكْره ، وَكَذَلِكَ لَا نَهْي عَمَّا يُعَلَّق لِأَجْلِ الزِّينَة مَا لَمْ يَبْلُغ الْخُيَلَاء أَوْ السَّرَف.

″Allah’ın zikri ile ilgili olan temimelerde hiçbir yasak yoktur, çünkü bu sadece Allah’ın nimetine vesile olmak için yapılmıştır. O’na sığınmak, O’nun isimleri ve O’nun zikri. Aynı şekilde, gösteriş ve israf olmadıkça süs için asılan hiçbir şeyi de yasaklamayız.″[25]

Hulâsâ; şer’î olmayan temime, rukye ve tivele, yani büyü yapmanın ve yaptırmanın şirke götüren vasıtalar olduğu beyan edilmiştir. Şer’i rukye ise sünnettir.[26] Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kendine ve sahabeye rukye yaptığı gibi sahabeler de kendilerine rukye yapmışlardır. Şüphesiz rukye, şer’i bir tedavi yöntemi olup kul; kendini maddi, manevi ve şeytani belalardan rukyelerle korumaktadır. Hanefî fakihleri de şifâyı Allah’ın verdiğine inanıldığı takdirde rukyede bir sakınca bulunmadığını söylemiş, ancak eşler arasında da olsa muhabbet muskası yaptırmanın haram olup yapan, yaptıran kişilerin şirke girdiklerini belirtmişlerdir.

Yine İmam Nevevî, Hattâbi’den şöyle nakilde bulunmaktadır:

قَالَ الْخَطَّابِيُّ وَمَعْنَى الْحَدِيثِ ‌لَا ‌رُقْيَةَ أَشْفَى وَأَوْلَى مِنْ رُقْيَةِ الْعَيْنِ وَذِي الْحُمَةِ وَقَدْ رَقَى النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَأَمَرَ بِهَا فَإِذَا كَانَتْ بِالْقُرْآنِ وَبِأَسْمَاءِ اللَّهِ تَعَالَى فَهِيَ مُبَاحَةٌ وَإِنَّمَا جَاءَتِ الْكَرَاهَةُ مِنْهَا لِمَا كَانَ بِغَيْرِ لِسَانِ الْعَرَبِ فَإِنَّهُ رُبَّمَا كَانَ كُفْرًا أَوْ قَوْلًا يَدْخُلُهُ الشِّرْكُ قَالَ وَيَحْتَمِلُ أَنْ يَكُونَ الَّذِي كُرِهَ مِنَ الرُّقْيَةِ مَا كَانَ مِنْهَا عَلَى مَذَاهِبِ الْجَاهِلِيَّةِ فِي الْعُوَذِ الَّتِي كَانُوا يَتَعَاطَوْنَهَا وَيَزْعُمُونَ أَنَّهَا تَدْفَعُ عَنْهُمُ الْآفَاتِ وَيَعْتَقِدُونَ أَنَّهَا مِنْ قِبَلِ الْجِنِّ وَمَعُونَتِهِمْ هَذَا كَلَامُ الْخَطَّابِيِّ رَحِمَهُ اللَّهُ تَعَالَى وَاللَّهُ أَعْلَمُ.

Hattâbi şöyle demiştir: ″Nazar ve zehirli hayvan sokması için yapılandan daha şifa verici ve evla rukye yoktur″ hadisinin mânâsı şudur: Şüphesiz Nebi Sallallâhu aleyhi ve sellem rukye yapmış ve yapılmasını emretmiştir. Kur’ân ile ve Allah’ın isimleri ile olursa bu mübahtır. Bu konudaki kerahet Arapça dışındaki dillerle yapılanlarla ilgilidir. Çünkü bunlar bazen küfür bazen de kişiyi şirke sokacak sözler olabilir. Rukyenin mekruh olanı muhtemeldir ki cahiliyye adetleri üzere korunmak için uğraştıkları, kendilerini afetlerden koruyacağını zannettikleri ve cinlerin eliyle veya onların yardımıyla olanlarıdır. Bu, Hattâbi Rahimehullah’ın sözüdür, Allah’u Teâlâ en iyisini bilir.[27]

Allah’u Teâlâ Sûre-i İsrâ, Âyet 82’de: ″Biz Kur’ân’ı, Mü’minlere şifâ ve rahmet olarak indirdik″ diye buyurmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm, hem zâhir, hem de mânevi hastalıkların şifâsıdır. Mânevi hastalıklara şifâ olması, onun insanları cehâlet ve sapıklık karanlığından çıkarmasıdır. Hakkı görmeyen kör gözleri açar. Ayrıca Kur’ân, Mü’minler için bir rahmet kaynağıdır. Zîrâ Mü’minler, onun hükümleriyle amel edip Cenneti kazanırlar ve Cehennemin azâbından uzaklaşmış olurlar.

Kur’ân-ı Kerîm’in zâhir anlamdaki şifâsına dair de çok sayıda Hadis-i Şerif vardır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَلْقُرْآنُ هُوَ الدَّوَاءُ (السجزى في الابانة والقضاعي عن على)

″Kur’ân, bütün hastalıklara şifâdır.″[28]

Kur’ân-ı Kerîm, Mü’minler için şifâ ve rahmettir. Bizim dinimizde Kur’ân âyetlerinin okunarak hastaların şifâya kavuşması haktır. Bu husus hem âyetlerde, hem de hadislerde açık bir şekilde geçmektedir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

فَاتِحَةُ الْكِتَابِ شِفَاءٌ مِنْ كُلِّ دَاءٍ (الدارمى عن عبد الملك بن عمير)

″Fâtiha’da her hastalığa şifâ vardır.″[29]

Allah’u Teâlâ Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 49’da şöyle buyurmaktadır:

″Ve onu İsrailoğullarına Peygamber olarak gönderecektir. O da, onlara şöyle der: ″Ben size Rabbinizden mûcizeler ile geldim. Ben size çamuru kuş şeklinde yaparım ve ona üflerim. O da Allah’ın izniyle kuş olur, uçar. Anadan doğma körlerin gözlerini açar ve ebraslıları (vücudunda beyaz lekeler çıkan hastaları) bu illetten kurtarırım…″ İşte Îsâ Aleyhisselâm, kendisine hak olarak inen İncil’den âyetler okuyup, duâ ederek hastaları şifâya kavuşturmuştur. Kur’ân’da bahsedilen şifâ ve rahmet, İncil’de, Tevrat’ta ve Zebur’da da vardı. Çünkü bunların hepsi Allah’u Teâlâ tarafından indirilen hak kitaplardı.

Okuyup üfleme ile tedâvi olmaya dair Hadis-i Şeriflerin bazıları da şöyledir:

Aişe Radiyallahu anha’dan rivayet edildiğine göre, o şöyle dedi:

أَنَّهَا قَالَتْ كَانَ إِذَا اشْتَكَى رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَقَاهُ جِبْرِيلُ قَالَ بِاسْمِ اللَّهِ يُبْرِيكَ وَمِنْ كُلِّ دَاءٍ يَشْفِيكَ وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ إِذَا حَسَدَ وَشَرِّ كُلِّ ذِي عَيْنٍ (م عن عائشة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem hastalandığında Cibril ona ruyke yapar ve şöyle derdi: ″Seni her beladan uzak tutan, her hastalıktan şifa veren, kıskancın şerrinden ve her nazar sahibi gözün şerrinden koruyan Allah’ın adına sığınırım.″[30]

Başka bir rivayette Ebû Said Radiyallahu anhu’dan rivayet edildiğine göre şöyle dedi:

أَنَّ جِبْرِيلَ أَتَى النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ يَا مُحَمَّدُ اشْتَكَيْتَ فَقَالَ نَعَمْ قَالَ بِاسْمِ اللَّهِ أَرْقِيكَ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ يُؤْذِيكَ مِنْ شَرِّ كُلِّ نَفْسٍ أَوْ عَيْنِ حَاسِدٍ اللَّهُ يَشْفِيكَ بِاسْمِ اللَّهِ أَرْقِيكَ (م عن أبى سعيد)

Cebrâil, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve şöyle dedi: ″Ey Muhammed! Hastalandın mı?″ ″Evet″ dedi. Bunun üzerine şöyle dedi: ″Sana eziyet veren her şeyden, her nefsin şerrinden, kıskancın nazarından Allah’ın adıyla sana rukye yapıyorum, Allah sana şifâ versin.″[31]

عَنْ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَنَّهُ دَخَلَ عَلَى ثَابِتِ بْنِ قَيْسٍ قَالَ أَحْمَدُ وَهُوَ مَرِيضٌ فَقَالَ اكْشِفْ الْبَأْسَ رَبَّ النَّاسِ عَنْ ثَابِتِ بْنِ قَيْسِ بْنِ شَمَّاسٍ ثُمَّ أَخَذَ تُرَابًا مِنْ بَطْحَانَ فَجَعَلَهُ فِي قَدَحٍ ثُمَّ نَفَثَ عَلَيْهِ بِمَاءٍ وَصَبَّهُ عَلَيْهِ (د ثابت بن قيس)

Sabit b. Kays'dan rivayet olunduğuna göre; Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir gün kendisinin yanına girmiş. -Ahmed b. Salih, o sırada Sâbit’in hasta olduğunu söylüyor- Ve Peygamber Efendimiz: ″Ey insanların Rabbi, bu hastalığı Sabit b. Kays b. Semmâs’dan gider″ diye duâ etmiş. Sonra (Medîne’deki) Bathâ denilen vadiden toprak alıp onu bir bardağa koymuş, sonra o toprağın üzeri­ne (birazcık) su ile birlikte üflemiş ve bu (suyla karışık) toprağı Sâbit’in üzerine dökmüş.[32]

Âişe Radiyallâhu anhâ şöyle demiştir:

كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا أَوَى إِلَى فِرَاشِهِ نَفَثَ فِي كَفَّيْهِ بِقُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ وَبِالْمُعَوِّذَتَيْنِ جَمِيعًا ثُمَّ يَمْسَحُ بِهِمَا وَجْهَهُ وَمَا بَلَغَتْ يَدَاهُ مِنْ جَسَدِهِ قَالَتْ عَائِشَةُ فَلَمَّا اشْتَكَى كَانَ يَأْمُرُنِي أَنْ أَفْعَلَ ذَلِكَ بِهِ (خ عن عائشة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yatağına girdi­ği zaman Kulhuvellâhu ahad’ı, İki sığındırıcı Sûreleri (Felak ve Nâs Sûrelerini) beraberce okur da, iki avucunun içine üfler. Sonra iki eliyle yüzünü ve iki elinin bedeninden ulaştığı yerleri sıvazlardı. Âişe Radiyallâhu anhâ: ″Rasûlullah hastalandığı zaman bana emrederdi de bu oku­yup meshetme işini ona ben yapardım″ dedi.[33]

Âişe Radiyallâhu anhâ’dan şöyle nakledilmiştir:

أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يَنْفِثُ عَلَى نَفْسِهِ فِي مَرَضِهِ الَّذِي قُبِضَ فِيهِ بِالْمُعَوِّذَاتِ فَلَمَّا ثَقُلَ كُنْتُ أَنَا أَنْفِثُ عَلَيْهِ بِهِنَّ فَأَمْسَحُ بِيَدِ نَفْسِهِ لِبَرَكَتِهَا فَسَأَلْتُ ابْنَ شِهَابٍ كَيْفَ كَانَ يَنْفِثُ قَالَ يَنْفِثُ عَلَى يَدَيْهِ ثُمَّ يَمْسَحُ بِهِمَا وَجْهَهُ (خ عن عائشة)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ruhunun kabzolunduğu hastalığı sırasında Muavizzât Sûrelerini (Felak ve Nas’ı) okuyarak kendisi üzerine üflerli. Hastalığı ağırlaşınca, bu sûreleri kendisi­ne ben okur, üzerine üflerdim ve elinin bereketinden dolayı kendi eliyle ona meshettirirdim.

Ma’mer dedi ki: Ben İbn-i Şihâb’a:

—Rasûlullah nasıl üflerdi? diye sordum. İbn Şihâb:

—Elleri üzerine üfler, sonra da bunlarla yüzüne meshederdi, diye cevap verdi.[34]

İbn-i Abdulbir Rahimehullah şöyle dedi: Bu hadis, rukyenin var olduğuna dair bir delil olup rukyeyi inkar edenler için bir reddiyedir. Ayrıca Kur’ân ile rukyenin olduğuna dair bir delildir.

Yine bu hususta Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şöyle buyurmuştur:

أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يَقُولُ لِلْمَرِيضِ بِسْمِ اللّٰهِ تُرْبَةُ أَرْضِنَا بِرِيقَةِ بَعْضِنَا يُشْفَى سَقِيمُنَا بِإِذْنِ رَبِّنَا (خ عن عائشة)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem hastaya okuduğunda: ″Allah’ın yardımı ve izniyle bizim toprağımız, bâzımızın tükürüğü ile şifâ bulur″ buyurur idi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, mübârek parmağını tükürüğü ile ıslatıp temiz toprağa bulaştırarak hastaya sürer ve böyle duâ ederdi. İyi kişilerin teberrüken yapacakları bu şekildeki duâ, bâzı hastalara Allah’ın izniyle şifâ verir.[35]

Seleme İbn-i Ekvâ Radiyallâhu anhu’nun şöyle söylediği nakledilmiştir:

ضُرِبْتُ ضَرْبَةً فِى سَاقِى يَوْمَ خَيْبَرَ فَأَتَيْتُ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَنَفَثَ فِيهِ ثَلَاثَ نَفَثَاتٍ فَمَا اشْتَكَيْتُهَا حَتَّى السَّاعَةِ. (خ عن سلمة بن الاكوع)

″Hayber Günü, ben baldırımdan ağır bir şekilde vurulmuştum. Hemen Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldim. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem üç defa üfledi. O saatte şikâyetçi olduğum hastalığımdan eser kalmadı.″[36]

Ebû Ubeyd’den nakledildiğine göre:

وَسُئِلَتْ عَائِشَة عَنْ نَفْث النَّبِيّ صَلَّى اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي الرُّقْيَة فَقَالَتْ: كَمَا يَنْفُث آكُل الزَّبِيب لَا رِيق مَعَهُ (شرح النووى على مسلم عن أبى عبيد)

Hz. Âişe’ye Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem hastalara rukye yaparken nasıl tükürdüğü sorulduğunda, ″Kuru üzüm yiyen biri gibi tükürürdü (yani kuru üzümü yerken çekirdeğinin tükürülmesi gibi). Tükürüğünde salya yoktu″ diye buyurmuştur.[37] Bu husus bir rivâyette de:

عَنْ عَائِشَةَ أُمِّ الْمُؤْمِنِينَ أَنَّهَا سُئِلَتْ عَنْ نَفْثِ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّم فَقَالَتْ كَانَ يَنْفُثُ كَمَا يَنْفُثُ آكِلُ الزَّبِيبِ (المنتقى شرح الموطأ عن زفر)

Hz. Âişe’ye Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem hastalara rukye yaparken nasıl tükürdüğü sorulduğunda, ″Kuru üzüm yiyen biri gibi tükürürdü (yani kuru üzümü yerken çekirdeğinin tükürülmesi gibi)diye geçmektedir.[38]

Bu hususta Kadı İyaz da şu iki hâdiseyi nakleder:

وَقَطَعَ اَبُو جَهْلٍ يَوْمَ بَدْرٍ يَدَ مُعَوِّذَ بْن عَفْرَاءَ فَجَاءَ يَحْمِلُ يَدَهُ فَبَصَقَ عَلَيْهَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَاَلْصَقهَا فَلَصِقَتْ (الشفاء عن ابن وهب)

″Ebû Cehil, Muavviz b. Afrâ’nın elini kesmişti, elini taşıyarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna geldi. Peygamber Efendimiz, onun yarasına tükürerek yerine tuttturdu. Ve öylece tuttu kaldı.″[39]

وَرُمِىَ كُلْثُومُ بْنُ الْحُصَيْنِ يَوْمَ اُحُدٍ فِى نَحْرِهِ فَبَصَقَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِيهِ فَبَرَأَ (الشفاء)

″Hüseyin oğlu Kulsum’a, Uhud Günü ok atılmış ve boğazında yara açmıştı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem yaraya tükürdü ve anında iyileşti.″[40]

Hz. Ali’den nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle anlatılmaktadır:

اشْتَكَيْتُ فَأَتَانِي النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَأَنَا أَقُولُ اللّٰهُمَّ إِنْ كَانَ أَجَلِي قَدْ حَضَرَ فَأَرِحْنِي وَإِنْ كَانَ مُتَأَخِّرًا فَاشْفِنِي أَوْ عَافِنِي وَإِنْ كَانَ بَلَاءً فَصَبِّرْنِي فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَيْفَ قُلْتَ قَالَ فَأَعَدْتُ عَلَيْهِ قَالَ فَمَسَحَ بِيَدِهِ ثُمَّ قَالَ اللّٰهُمَّ اشْفِهِ أَوْ عَافِهِ قَالَ فَمَا اشْتَكَيْتُ وَجَعِي ذَاكَ بَعْدُ (حم عن على)

Hz. Ali dedi ki: Ben rahatsız idim. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yanıma geldi. Bu arada ben şöyle diyordum: ″Allah’ım! Ecelim gelmiş ise beni rahatlat, ecelim gelmemişse de ba­na şifâ ve afiyet ver. Şâyet bu bir belâ ise bana sabır ihsan et.″ Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Nasıl dedin?″ diye sordu. Ben de ona söyledim. Eliy­le beni sıvazladı, sonra da: ″Allah’ım! Ona şifâ ver″ diye buyurdu. Bundan sonra da böyle bir ağrı duymadım.[41]

Bu konuda bir Hadis-i Şerif’te de şöyle nakledilmiştir:

فَنَفَثَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي عَيْنِهِ فَأَبْصَرَ فَرَأَيْتُهُ يُدْخِلُ الْخَيْطَ فِي الإِبْرَةِ. (طب ابن ابى شببة بغوى ابو نعيم عن ابن فديك)

″Füdeyk adında bir kimse vardı. Seksen yaşında bir ihtiyardı. Gözleri ağrımıştı. Hiç görmüyordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onun gözlerine üfledi. Öyle sıhhat buldu ki, iğneye iplik geçirir oldu.″[42]

Ümmü Seleme Radiyallâhu anhâ da şöyle buyurmuştur:

أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَأَى فِي بَيْتِهَا جَارِيَةً فِى وَجْهِهَا سَفْعَةٌ فَقَالَ اسْتَرْقُوا لَهَا فَاِنَّ بِهَا النَّظْرَةَ (خ م ك طب عم ام سلمة)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ümmü Seleme’nin odasında yüzünde sarılık eseri bulunan bir kız çocuğu görünce, ″Bu kızcağıza rukye yapın, buna nazar değmiştir″ buyurmuştur.[43]

Yine nakledildiğine göre, Hz. Âişe şöyle buyurmuştur:

رَخَّصَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ الرُّقْيَةَ مِنْ كُلِّ ذِى حُمَةٍ (خ عن عائشة)

″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem her (zehirli) iğnesi olan hayvanın zehirlemesinden dolayı ona rukye yapmamıza müsaade etti.″[44]

Hz. Âişe’den nakledildiğine göre, o şöyle buyurmuştur:

أَمَرَنِي رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَوْ أَمَرَ أَنْ يُسْتَرْقَى مِنْ الْعَيْنِ (م عن عائشة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bana, göz değ­mesine okunmasını emretti yahud (mutlak olarak) emretti, demiş­tir.[45]

Abdulazîz şöyle dedi:

دَخَلْتُ أَنَا وَثَابِتٌ عَلَى أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ فَقَالَ ثَابِتٌ يَا أَبَا حَمْزَةَ اشْتَكَيْتُ فَقَالَ أَنَسٌ أَلَا أَرْقِيكَ بِرُقْيَةِ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ بَلَى قَالَ اللَّهُمَّ رَبَّ النَّاسِ مُذْهِبَ الْبَاسِ اشْفِ أَنْتَ الشَّافِي لَا شَافِيَ إِلَّا أَنْتَ شِفَاءً لَا يُغَادِرُ سَقَمًا (خ عن عبد العزيز)

Ben, Sabit el-Bunânî ile beraber Enes ibn-i Mâlik’in yanına girdim. Sâbit:

—Yâ Ebâ Hamza! Ben hastalandım, dedi. Bunun üzerine Enes:

— Ben sana Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in rukyesiyle rukye yapayım mı? dedi.

Sâbit:

—Evet yap! dedi. Enes de şu duâyı ona rukye yaptı:

″Allâhumme, Rabbe’n-nâsi, muzhibe'l-bâsi, ışfî, ente’ş-şâfîlâ şâfiye illâ ente, şifâen lâ yuğadiru sakamen (Allah’ım, Ey insanla­rın Rabbi, ey hastalığı giderici, şifâ ihsan et! Şifâ verici olarak ancak Sensin. Senden başka şifâ verici yoktur. Öyle bir şifâ ki, hiçbir hastalık bırakmaz)[46]

Âi­şe Radiyallâhu anhâ’dan şöyle nakledilmiştir:

أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يُعَوِّذُ بَعْضَ أَهْلِهِ يَمْسَحُ بِيَدِهِ الْيُمْنَى وَيَقُولُ اللَّهُمَّ رَبَّ النَّاسِ أَذْهِبْ الْبَاسَ اشْفِهِ وَأَنْتَ الشَّافِي لَا شِفَاءَ إِلَّا شِفَاؤُكَ شِفَاءً لَا يُغَادِرُ سَقَمًا (خ عن عائشة)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ailesinden birine korunma duâsı yapardı, sağ eliyle ona mesheder ve şöyle derdi: ″Yâ Allah, ey insanların Rabbi! Şu hastalığı gider, ona şifâ ihsan eyle. Çünkü şifâ verici ancak Sensin! Senin şifândan baş­ka hiçbir şifâ yoktur. Yâ Rabbi, bu hastaya öyle bir şifâ ver ki, has­ta üzerinde hiçbir hastalık izi bırakmasın!″[47]

Yine Hz. Âişe’den şöyle nakledilmiştir:

أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يَرْقِي يَقُولُ امْسَحْ الْبَاسَ رَبَّ النَّاسِ بِيَدِكَ الشِّفَاءُ لَا كَاشِفَ لَهُ إِلَّا أَنْتَ (خ عن عائشة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle söyleyerek rukye yapardı: ″Has­talığı sil, ey insanların Rabbi! Şifâ ancak Senin elindedir. Onu Senden başka kaldıracak yoktur!″[48]

Hz. Âişe şöyle demiştir:

كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُعَوِّذُ بَعْضَهُمْ يَمْسَحُهُ بِيَمِينِهِ أَذْهِبْ الْبَاسَ رَبَّ النَّاسِ وَاشْفِ أَنْتَ الشَّافِي لَا شِفَاءَ إِلَّا شِفَاؤُكَ شِفَاءً لَا يُغَادِرُ سَقَمًا (خ عن عائشة)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem insanlardan herhangi birine, kendi bereketli eliyle meshedip sıvazlayarak şu sözlerle korunma duâsı yapardı: ″Ey insanların Rabbi! Şu hastalığı giderip şifâ ihsan et. Şifâ verici ancak Sensin. Senin şifândan başka hiçbir şifâ yoktur. Öyle bir şifâ ver ki, hasta üzerinde hiçbir hastalık izi bırakmasın!″[49]

Muhammed b. Salim Radiyallâhu anhu’dan rivâyet edilmiştir:

مُحَمَّدُ بْنُ سَالِمٍ حَدَّثَنَا ثَابِتٌ الْبُنَانِيُّ قَالَ قَالَ لِي يَا مُحَمَّدُ إِذَا اشْتَكَيْتَ فَضَعْ يَدَكَ حَيْثُ تَشْتَكِي وَقُلْ بِسْمِ اللَّهِ أَعُوذُ بِعِزَّةِ اللَّهِ وَقُدْرَتِهِ مِنْ شَرِّ مَا أَجِدُ مِنْ وَجَعِي هَذَا ثُمَّ ارْفَعْ يَدَكَ ثُمَّ أَعِدْ ذَلِكَ وِتْرًا فَإِنَّ أَنَسَ بْنَ مَالِكٍ حَدَّثَنِي أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حَدَّثَهُ بِذَلِكَ.

Sâbit el-Benâni bana: ″Yâ Muhammed, dedi. Sancılandığın zaman elini sancılandığın yere koy ve sonra şöyle de: ″Bismillâh! Duyduğum şu acının şerrinden Allah’ın izzet ve kudretine sığınırım. Aynı şeyi tek olarak tekrar et. Çünkü Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu Peygamberimizin bunu kendisine anlatmış olduğunu bana anlattı.[50]

Ebû Saîd el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise nakledilmiştir:

أَنَّ رَهْطًا مِنْ أَصْحَابِ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ انْطَلَقُوا فِي سَفْرَةٍ سَافَرُوهَا حَتَّى نَزَلُوا بِحَيٍّ مِنْ أَحْيَاءِ الْعَرَبِ فَاسْتَضَافُوهُمْ فَأَبَوْا أَنْ يُضَيِّفُوهُمْ فَلُدِغَ سَيِّدُ ذَلِكَ الْحَيِّ فَسَعَوْا لَهُ بِكُلِّ شَيْءٍ لَا يَنْفَعُهُ شَيْءٌ فَقَالَ بَعْضُهُمْ لَوْ أَتَيْتُمْ هَؤُلَاءِ الرَّهْطَ الَّذِينَ قَدْ نَزَلُوا بِكُمْ لَعَلَّهُ أَنْ يَكُونَ عِنْدَ بَعْضِهِمْ شَيْءٌ فَأَتَوْهُمْ فَقَالُوا يَا أَيُّهَا الرَّهْطُ إِنَّ سَيِّدَنَا لُدِغَ فَسَعَيْنَا لَهُ بِكُلِّ شَيْءٍ لَا يَنْفَعُهُ شَيْءٌ فَهَلْ عِنْدَ أَحَدٍ مِنْكُمْ شَيْءٌ فَقَالَ بَعْضُهُمْ نَعَمْ وَاللَّهِ إِنِّي لَرَاقٍ وَلَكِنْ وَاللَّهِ لَقَدْ اسْتَضَفْنَاكُمْ فَلَمْ تُضَيِّفُونَا فَمَا أَنَا بِرَاقٍ لَكُمْ حَتَّى تَجْعَلُوا لَنَا جُعْلًا فَصَالَحُوهُمْ عَلَى قَطِيعٍ مِنْ الْغَنَمِ فَانْطَلَقَ فَجَعَلَ يَتْفُلُ وَيَقْرَأُ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ حَتَّى لَكَأَنَّمَا نُشِطَ مِنْ عِقَالٍ فَانْطَلَقَ يَمْشِي مَا بِهِ قَلَبَةٌ قَالَ فَأَوْفَوْهُمْ جُعْلَهُمْ الَّذِي صَالَحُوهُمْ عَلَيْهِ فَقَالَ بَعْضُهُمْ اقْسِمُوا فَقَالَ الَّذِي رَقَى لَا تَفْعَلُوا حَتَّى نَأْتِيَ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَنَذْكُرَ لَهُ الَّذِي كَانَ فَنَنْظُرَ مَا يَأْمُرُنَا فَقَدِمُوا عَلَى رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَذَكَرُوا لَهُ فَقَالَ وَمَا يُدْرِيكَ أَنَّهَا رُقْيَةٌ أَصَبْتُمْ اقْسِمُوا وَاضْرِبُوا لِي مَعَكُمْ بِسَهْمٍ (خ عن أبى سعيد)

Rasûlullah'ın sahabîlerinden (otuz kişilik) bir seriyye, memur oldukları bir sefere gittiler. Nihayet bunlar Arab kabilelerinden bir kabile üzerine indi­ler ve onlardan kendilerini konuk etmelerini istediler. Fakat o kabîle halkı bunları konuk etmekten çekindiler. Bu sırada o kabîlenin seyyidi zehirli bir hayvan tarafından sokuldu. Kabîle halkı harekete ge­çip her çâreye başvurdular, fakat hastaya hiçbir fayda vermiyordu. Bunun üzerine onlardan bâzıları:

— Şu sizin yakınınıza inmiş olan kaafile halkına gitseniz, belki onların bâzısının yanında birşey, bir çâre bulunabilir, dediler.

Akabinde kabîle halkı sahâbîlere geldiler ve:

— Ey cemâat! Seyyidimiz (bir akreb tarafından) sokuldu. Onu tedâvî etmek için herşeye koştuk, fakat ona hiçbir şey fayda vermi­yor. Sizden birinizin yanında buna bir çâre var mıdır? diye sordular.

Sahabîlerden birisi (ki Ebû Saîd’in kendisidir):

— Evet, ben varım. Vallâhi, ben elbette duâ ile tedâvî ediciyimdir. Fakat vallâhi, bizler sizden bizi konuklamanızı istedik de sizler bizi konuklamamıştımz. Artık şimdi ben de bizim için bir ücret tâyin etmedikçe size duâ ile tedâvi yapacak değilim, dedi.

Sonunda (otuz adedli) bir bölük koyun sürüsü üzerine anlaştı­lar. Ebû Saîd onlarla birlikte kabile başkanının yanına gitti, ″el-Hamdu lillâhi Rabbi’l-âlemîn″ Sûresi’ni sonuna kadar okumaya ve adamın üzerine üflemeye başladı. Nihâyetinde adam, bukağısından çözülmüş hayvan gibi serbestlendi, ileri geri yürümeye başladı. Artık kendisinde hiçbir hastalık kalmadı.

Ebû Saîd dedi ki: Kabile halkı üzerinde anlaşmış oldukları ücre­ti sahabîlere ödediler. Sahabîlerden bâzıları:

—Bu koyunları taksîm ediniz! dediler. Fakat duâ yapan kimse:

— Hayır, taksim etmeyiniz! Bizler Resûlullah’a gidelim, olan hâ­diseyi ona zikredelim de bakalım bizlere ne emredecek! dedi.

İşin sonunda sefer heyeti Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna geldiler ve bu hususu kendisine zikrettiler. Resûlullah (Ebû Saîd’e hitaben):

—Fâtiha’nın bu kadar etkili bir duâ ve tedâvî olduğunu sana kim bildirdi? İyi ve doğru hareket etmişsiniz. Şimdi koyunları tak­sîm ediniz ve bana da sizlerle birlikte bir pay ayırınız! buyurdu.[51]

Bu Hadis-i Şerif’te hastayı iyileştimek için yapılan rukye karşılığında alınan bir bedelden bahsedilmektedir. Bunda da Resûlullah Efendimiz bir sakınca görmemiştir. Bu ücret, Kur’ân okuma karşılığında alınmamıştır. Onların kendi aralarında yaptıkları anlaşmaya göre, hastayı iyi ettiği zaman otuz koyunu karşılık olarak alacağı şart koşulmuştur. O hasta iyi olmasaydı, hasta sahipleri Kur’ân okudu diye o otuz koyunu asla vermezlerdi. Kur’ân okuma karşılığında alınan ücretin câiz olmadığına dair çok sayıda Hadis-i Şerif vardır. Bunlardan biri şöyledir:

اقْرَءُوا الْقُرْآنَ وَلَا تَأْكُلُوا بِهِ (نصب الراية فى تخريج أحاديث الهداية عن ابن مسعود)

″Kur’ân’ı okuyun. Fakat karşılığında ücret alıp menfaat sağlamayın.″[52]

″Tuhfetul ahvazi″ kitabında İmam-ı Âzam’ın rukyeden dolayı alınan paranın câiz olduğuna dair fetvası da şöyle geçmektedir:

وَرَخَّصَ الشَّافِعِيُّ لِلْمُعَلِّمِ أَنْ يَأْخُذَ عَلَى تَعْلِيمِ الْقُرْآنِ أَجْرًا وَبِهِ قَالَ مَالِكٌ وَأَحْمَدُ وَإِسْحَاقُ وَأَبُو ثَوْرٍ وَآخَرُونَ مِنْ السَّلَفِ وَمَنْ بَعْدَهُمْ وَمَنَعَهُ أَبُو حَنِيفَةَ وَأَجَازَهُ فِي الرُّقْيَةِ

″İmam Şafiî, öğretmenin Kur’ân öğretmek için ücret almasına izin verdi. İmam Mâlik, İmam Ahmed, İshak, Ebû Sevr ve öncekilerden ve onlardan sonra gelenler de böyle demişlerdir. Ancak İmam Ebû Hanife bunu yasakladı ve rukyede buna (ücret almaya) izin verdi.″[53]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yaptığı bütün uygulamalar, ümmetine sünnet olarak kalmıştır. Bu sebeple de Mü’minler tarafından Allah’u Teâlâ’nın izniyle şifâya kavuşması umularak hastaların üzerine duâ ve Kur’ân âyetleri okunup üflenir.

Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şöyle buyurmuştur:

أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يَقُولُ لِلْمَرِيضِ بِسْمِ اللّٰهِ تُرْبَةُ أَرْضِنَا بِرِيقَةِ بَعْضِنَا يُشْفَى سَقِيمُنَا بِإِذْنِ رَبِّنَا (خ عن عائشة)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem hastaya okuduğunda: ″Allah’ın yardımı ve izniyle bizim toprağımız, bâzımızın tükürüğü ile şifâ bulur″ buyurur idi.[54]

″Bâzımızın″ deyince; işte ümmetinden bâzı kimselerin okuması, üfürmesi tükürmesi şifâdır. Bâzı cinci ve sihirci hocalar Kur’ân’ı tersine yazar. Herhangi bir hayvanın kanıyla yazar. Sihir tutsun diye Kur’ân-ı Kerîm’in üstüne oturur, yazar. Bunlara üfürükçü, büyücü veya sihirbaz denir. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

مَنْ عَقَدَ عُقْدَةً ثُمَّ نَفَثَ فِيهَا فَقَدْ سَحَرَ وَمَنْ سَحَرَ فَقَدْ أَشْرَكَ وَمَنْ تَعَلَّقَ شَيْئًا وُكِلَ إِلَيْهِ (ن عن أبى هريرة)

″Kim (sihir maksadı ile) bir düğüm vurur, sonra da ona üflerse sihir yapmış olur. Kim sihir yaparsa şirke düşer....″[55] diye buyurmuştur.

Sihir yapan kimseler; bir insanı deli etmek, karı ile kocanın arasını açmak vs için yazarlar. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bunları nerde görürseniz, öldürün″[56] buyuruyor. Mü’minler ise Kur’ân-ı Kerîm’i okur, üfürür, nûru ve şifâsı ile amansız hastalığa yakalananları dahi Allah’ın izni ile iyi eder. Allah’u Teâlâ, sevip her ha­linden memnun olduğu kulunun okumasına şifâ verir. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in çok sayıda hastaları okuyup şifâya kavuşturması ümmeti için bir sünnet, hem de bir doktorluktur, inanmayanlara bir delildir.

Allah’u Teâlâ’nın ve Resûlünün sözü aslâ rakip tanımaz. Bu yazılan âyet ve hadislere karşı itiraz edercesine şu âlim şunu dedi, bu âlim bunu dedi, diyerek âyeti ve sünneti reddetmek kişiyi küfre götürür. Bâzıları bir gaye ve yön tutturmuş, kendi görüşüne ters gelen her sözü, âyet ve hadise dayanan doğru bir söz dahi olsa kabul etmez, o delilleri çarpıtmaya çalışarak, inat edip kendi görüşünün doğru olduğunu iddia eder. Allah’u Teâlâ kulun kalbinden geçeni bilir ve ona göre muamele eder.

Ehl-i Sünnet inancında olan Müslümanlar; tasavvuf, şefaat, kerâmet, evliya, kabir ziyareti, kabir azabı, Mevlid-i Şerif, camide musafaha, muska vs. bunları hak olarak inanıp bu hakikatler üzere yaşamışlardır. Ancak son zamanlarda ″Bize Kur’ân yeter″ diyerek ortaya çıkan, sünnetleri terk edip halka da bunu tavsiye eden vehhabi ve selefiler yukarıda saydığımız hakikatlerin tamamını inkar ederek Ehl-i Sünnet toplumunu şirke girmekle itham etmektedirler. Bu şekilde bunlar Müslümanları fırka fırkaya ayırarak Müslümanlar arasında fitne, fesat ve savaşlar çıkmasına sebep olmaktadırlar. Allah’u Teâlâ bunların şerrinden bütün Müslümanları korusun, âmin.


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 16763.

[2] Avnu’l-Ma’bûd (Ebû Dâvud Şerhi), 10/250.

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 16781.

[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 6409; Sünen-i Tirmizî, Daavat 94; Sünen-i Ebû Dâvud, Tıp 19.

[5] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 1002.

[6] İbn-i Hişam, es-Sîret’ün-Nebeviyye, c. 4, s. 604

[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 16498.

[8] Sünen-i Ebû Dâvud, Tıp 17.

[9] Bakınız: İmam Nevevî, el-Minhâc (Sahih-i Müslim Şerhi), 14/168.

[10] en-Nihâye Fî Garîb’ul-Hadîs ve’l-Eser, 1/200.

[11] Mirkât’ül-Kârî Şerhu Mişkât’ül-Mesâbih, 7/2879. Bakınız: en-Nihâye Fî Garîb’ul-Hadîs ve’l-Eser, 2/254; Hattabî, Mealimü’s-Sünen (Ebû Dâvud Şerhi), 4/220.

[12] Sahih-i Buhâri, Tıp 42.

[13] Sünen-i Ebû Dâvud, Tıp 18.

[14] Sahih-i Müslim, Selâm 21 (62).

[15] Fetevâyi Hindiyye, c. 12, s. 124.

[16] Sahih-i Müslim, Selâm 21 (60).

[17] Gunyetü’t-Tâlibîn, Arapçası, s. 92; Tercümesi, s. 129; İmam Mâlik, Muvatta, Câmi 47.

[18] Bakınız: İmam Nevevî, el-Minhâc (Sahih-i Müslim Şerhi), 14/168.

[19] Taşköprüzâde Ahmed Efendi,Mevzû’atü’l-‘Ulûm, (Trc: Kemâleddin Mehmed Efendi, Dersaadet 1313/1895), c. 2, s. 224.

[20] İmam Şâfii, el-Umm, 7/241; Taşköprüzâde Ahmed Efendi,Mevzû’atü’l-‘Ulûm, (Trc: Kemâleddin Mehmed Efendi, Dersaadet 1313/1895), c. 2, s. 224

[21] Taşköprüzâde Ahmed Efendi,Mevzû’atü’l-‘Ulûm, c. 2, s. 224.

[22] Avnu’l-Ma’bûd (Ebû Dâvud Şerhi), 10/250.

[23] Hattabî, Mealimü’s-Sünen (Ebû Dâvud Şerhi), 4/220.

[24] Reddü’l-Muhtar, 26/377-378.

[25] İbn-i Hacer, Feth’ul-Bâri, 9/210.

[26] Bakınız: İmam Nevevî, el-Minhâc (Sahih-i Müslim Şerhi), 14/168.

[27] İmam Nevevî, el-Minhâc (Sahih-i Müslim Şerhi), 3/93.

[28] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 2310; Sünen-i İbn-i Mâce, Kitab’üt-Tıb 41.

[29] Sünen-i Dârîmi, Fadâil’ul-Kur’ân 12.

[30] Sahih-i Müslim, Selâm 15 (39)

[31] Sahih-i Müslim, Selâm 15 (40 Sünen-i Tirmizî, Cenâiz 4; Sünen-i İbn-I Mâce, Tıp 36.

[32] Sünen-i Ebû Dâvud, Tıp 18.

[33] Sahih-i Buhârî, Tıp 39; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 23585.

[34] Sahih-i Buhârî, Tıp 41.

[35] Zübdet’ül-Buhârî Tercümesi, Hadis No: 1301; Sahih-i Müslim, Selâm 21.

[36] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarîh, Hadis No: 1611.

[37] İmam Nevevî, Sahih-i Müslim Şerhi, Hadis No: 4065; İbn-I Hacer, Feth’ul-Bârî, Hadis No: 6470.

[38] El-Müntekâ, Muvatta Şerhi, Hadis No: 1480; Müsned’ül-Hamidî, Hadis No: 248.

[39] Kadı İyaz, Şifâ-i Şerif, s. 323.

[40] Kadı İyaz, Şifâ-i Şerif, s. 322.

[41] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1005.

[42] İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, Hadis No: 24; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 3466; İmam Kastalâni, Mevahib-i Ledünniyye, s. 334; Kadı İyaz, Şifâ-ı Şerif, s. 322.

[43] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1933, Sahih-i Müslim, Selâm 21 (59); Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 19252.

[44] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1934; Sahih-i Müslim, Selâm 21.

[45] Sahih-i Buhârî, Tıp 35.

[46] Sahih-i Buhârî, Tıp 38.

[47] Sahih-i Buhârî, Tıp 38.

[48] Sahih-i Buhârî, Tıp 38.

[49] Sahih-i Buhârî, Tıp 40.

[50] Sünen-i Tirmizî, Daavât 66.

[51] Sahih-i Buhârî, Tıp 38; Sünen-i Tirmizî, Tıp 19.

[52] Nasb’ur-Râye, 10/441.

[53] Tuhfet’ul-Ahvazi, (İmam Tirmizi’nin kendi hadis kitabına yazdığı şerh kitabı) 5/339.

[54] Zübdet’ül-Buhârî Tercümesi, Hadis No: 1301; Sahih-i Müslim, Selâm 21.

[55] Kütüb-i Sitte, c. 8, Hadis No: 2237; Sünne-i Nesâî, Tahrim 19.

[56] Bakınız: Sünen-i Tirmizî, Hudûd 27.


.